Yitik Balta
Veysel Tekelioğlu 'yorgun ülkücü'yü yazmıştı ilk romanı 'Yorgunum'da… Üçüncü baskısını yapan 'Yorgunum', 12 Eylül öncesi soğuk savaştan yorgun çıkan ülkücünün günümüzdeki ruh haline de ayna tutuyordu...
Bir tükeniş gerekçesi olamazdı bu yorgunluk… Çünkü yapacak daha çok vardı… Silkelenmek ve ayağa kalmak gerekiyordu… Yorgun da olsa ülkücü için omuzlanması gereken bir nizâm-ı âlem dâvâsı vardı…
Kırılacak putlar o gün de bitmemişti bugün de… Tekelioğlu, Hazreti İbrahim'in Yitik Baltası'ndan söz ediyordu 'Yorgunum'da… Çünkü bir kavga devam ediyor ve o kavga, milletimizin ayakta kalış mücadelesini ilelebet sürdürmeye kararlı neslin devamı olan idealistlerin kavgasıydı…
"Enbiya Suresi'nin 58. ayetindeki, 'Sonra onları parça parça etti. Büyük olanı hariç. Umulur ki, onlar, ona rücû ederler' hükmünden esinlenerek ne güzel anlatmış Veysel Tekelioğlu, Hazreti İbrahim'in Yitik Balta'sını... Şimdi o Yitik Balta yorgun ülkücüyü bekliyor" şeklinde altını çizmiştik Yorgunun romanının…
***
Şimdi çıktı o 'Yitik Balta'… Veysel Tekelioğlu'nun ikinci romanı olarak… 'Yorgunum' romanının kahramanlar yönünden devamı olmakla birlikle içeriğiyle farklılaşan 'Yitik Balta', ünlü ve yetkin edebiyatçıların bulunduğu Kuşlukta Yazarlar Edebiyat Topluluğu'nun eleştirel denetiminden sonra Akçağ yayınlarından çıkarak raflardaki yerini aldı…
'Yitik Balta' gönüllerde yitikleşmişlerin gizemli hikâyesi ve Hazreti İbrahim'in baltası metaforundan hareket ederek, kendi putlarını parçalayanların özgürleşebileceği, putların hayatı zincirleyen zihnî esaretin kaynağı olduğu ve bir daha onarılamayacak biçimde parçalanması gereğine ilişkin bir önermeyle günümüz insanının refleksleri üzerinden cevap arıyor…
Öykü inişli çıkışlı bir coğrafyada yolunuzu şaşırtıp gerçeği umulmadık bir zirvede karşınıza dikiveriyor… Öyküyle o kadar iç içe giriliyor ki, zaman zaman kahramanların yerine geçip onlar adına her şeyi yapıyormuşçasına bir duyguya sürükleniyorsunuz…
İç içe atılmış ilmekler ve her çözüşünüzde karşınıza çıkan yeni bir ilmek… Öyküde geçen olaylar ise hem yaşadığımız yüzyıla hem de birkaç yüzyıl öncesine aitmiş hissi veriyor... Öykünün bir yerinde dünü yaşarken başka bir yerine birkaç yüzyıl öncesine kayıveriyorsunuz…
'Yitik Balta'da dramatik kurgu başlangıçtan sona doğru giderek artan şiddette masalımsı bir gerçeğe dönüşüyor… Putlarına inen baltanın rüzgârı suratlarına çarptıkça, ortalığı kasıp kavuran büyük çobanları rahatsız edici bir gerçeğe...
***
O büyük çobanlardan biri şöyle sesleniyor: "İbrahim'in Baltası parçaladı ilahlarımızı, yeniden inşa ettik Kâbe'de, yine parçaladılar. Sonra gizledik onları Muhammed'in örtüsüyle. Görünmesinler, bilinmesinler diye. En büyük tehdittir ilahlarımıza Muhammed özü sevdalıları."
Lâkin büyük çobanların unuttuğu kırk manas vardı nöbet bekleyen, manaslar vardı yollara dökülen…
Ani ve keskin geçişlerle, yalın gerçekle gerçeküstülük arasında baş döndürücü yolculuğa çıkıyorsunuz romanda… Zikzaklı yollardan manevi bir alana ulaştığınızda, çırılçıplak bir gerçek, tokatlaşıp İslam'ı malzeme yapanların yüzünde patlıyor… Okuyucuyu da o tokatla birlikte manevi atmosferden kopup kendini hayatın ortasında buluyor…
Tekelioğlu, kalemine giydirdiği 'Yitik Balta'yla sadece geçmişi örmüyor, günümüzdeki putlarla savaşıyor… Tarihin hiçbir döneminde ertelenemeyecek bir savaş bu… Dün vardı, bugün var, yarın da olacak… Putlar varsa, kırıcıları da olmak mecburiyetinde… Büyük çobanlar onları hangi örtüyle örtsün, fark etmez…