Tuz ekmek hakkı üzerine…

Türk kültüründe mitolojik devirlerden günümüze kadar kutsal sayılan ve birçok kaynakta adı anılan kavramlar vardır ki bunlardan biri de “tuz”dur.

Bir menkıbede; Hz. İbrahim, Kâ’be’yi inşa ettiğinde, Rabb’ine, Hac için gelenlere ne vereceğini sorunca Allahü Teâla Cebrâil’e, tadı ve kokusu diğer içecekleri bastıran cennet içeceği olan kâfurdan bir avuç getirtir. Cebrâil kâfuru getirir ve Hz. İbrahim’e verir. Hz. İbrahim, bir avuç kâfuru etrafa saçar ve kâfurdan bazı parçalar denize, göle ve kayalara isabet eder. Denize isabet eden deniz tuzunu, göle isabet eden göl tuzunu, kayaya isabet eden de kaya tuzunu oluşturur.[1] biçiminde geçmektedir.

Bazı efsanevî anlatılara göre tuz, Türklerin ilk ataları saydıkları, Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in, Tütek adlı torunu tarafından keşfedilmiştir. Bu anlatı: “Günlerden bir gün Tütek, ava çıkmış, avladığı geyiği pişirip yerken elinden bir parça et yere düşmüş. Onu alıp yediğinde ağzına çok hoş bir tat yayılmış çünkü, o yer tuzlaymış. Yemeğe tuz koymayı o çıkarmış, tuzlu yeme geleneği ondan kalmış.” biçimindedir.[2]

Hayvan davranışlarını gözlemleyen insanoğlu, keçi, koyun gibi hayvanların yaladıǧı kayaların ne olduǧunu merak edip bunları, kullanmış olabileceǧi de ilk akla gelenlerdendir.

İnsan vücudunun bir bölümünü oluşturan tuz, Asurca ve Hititçe belgelere göre, Anadolu’da bilinen bir besin maddesidir. Eski çağlarda, yemeklerde, yiyeceklerin ve hayvan derilerinin saklanmasında ve daha pek çok alanda, kullanılmış olan tuz, Asurlu tüccarlara ait masraf listelerinde ve tüccarlar arasındaki mektuplaşmalarda ticari değeri olan bir ürün olarak geçmektedir.

Kültepe tabletlerinde, tuz satış fiyatlarından ve tuz ticaretinden bahsedilmesine karşın, Anadolu’daki tuz üretim merkezlerinden hiç söz edilmemekte, üretim merkezleri gizli tutulmaktadır.

Varlığı, oluşumu ve kullanımı çeşitli kaynaklara bağlanan tuz, zamanla farklı anlamlar kazanmış ve tuz sözcüğü etrafında dilimizin gelişimi ve işleyişi içinde bazı söz kalıpları ve deyimler oluşmuştur. Atasözleri, halk hikâyeleri, halk şiiri, masal, bilmece vb. birçok halk edebiyatı türlerinde bir motif olarak işlenen tuz, bütün Türk topluluklarında kutsal sayılan bir madde olarak dikkat çeker. Bu özelliğinden dolayı tuzun folklorumuzda ve sosyal yaşamımızda önemli bir yeri vardır. Fatih Sultan Mehmet’in, devrinin meşhur şairi Melihî’yi meclisinde görmek istediğine ve onsuz sohbeti “tuzsuz yemek” gibi tatsız bulduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.

Tuz, yalnızca halk edebiyatı ürünlerinde değil, Türklerin gelenek görenek ve inanışlarında da önemli yer tutan bir külttür. Yaşamın başlangıcı olan doğumda bebek tuzlamak kırsal kesimde hâlâ uygulanan bir ritüel olarak bilinmektedir. Kimi yörelerde bebeklerin sağlıklı olması ve hastalıklardan korunması için ağızlarına çok az tuz sürülmektedir. Kimi yörelerde de bebeğin pişik olmaması ve yetişkinlik döneminde terinin kokmaması için vücudu tuzlu su ile yıkanır. Tuzlamanın bebeğe bereket ve uğur getireceğine inanıldığı gibi yeni doğum yapmış kişinin evinden tuz istenmez.

Tuzla ilgili inanışlardan biri de tuz çevirmek deyimine bağlı uygulamadır. Tuz çevirmek, nazar değmesiyle hasta olduğuna inanılan kimsenin hastalığını gidermek için uygulanan bir ritüeldir.

Bu uygulamada: ‘Hasta, tuz çevirecek kadının önünde oturur. Kadın sağ eliyle bir miktar tuz alır; hastanın başı etrafında çevirerek dualar okur. Sonunda elindeki tuzun bir kısmını tükürükle ıslatıp hastanın alnına sürer; artanını da ateşe atar.’ Tuz çevirecek kadın ocaktan olmalı yani annesinden “el almış” ve bu gibi hastalıkları sağaltmaya ‘izinli’ olmalıdır.

Türk kültüründe ölüm olayında da tuzun önemli bir işlevi olduğu bilinmektedir. Örneğin; “Türkmenler arasında yedi gün sonra ölünün canı için tuz dağıtılır.” Bu uygulamanın benzerine Adana yöresinde de rastlanmaktadır. Bu yörede bir evden cenaze çıkınca cenaze sahipleri komşulara tuz dağıtırlar ve bu tuzdan alıp yalayan kişilere ölümün uğramayacağına inanılır.

Tuz, yalnızca Anadolu Türklerince kıymetli görülmemiş, Kırgız Türkleri de ‘eğer yalan söylüyorsam beni tuz vursun’ diyecek kadar tuzu kıymetlendirmiş ve onun üzerine ant vermişlerdir. Yapılan bir tatlı, baklava olsa bile yine de içine şeytan yaklaşmasın diye bir tutam tuz atılması ve tuz ziyan etmenin günahının büyük olduğu inancı bunlardan bazılarıdır.

Eski Türkçede “güzellik, şirinlik” gibi anlamlara gelen tuz, tarih öncesi devirlerden günümüze kadar gıda koruyucusu olarak kullanıldığı gibi tedavi edici olarak da kullanılmıştır. Örneğin: Elini akrep soktuğunda, suyu tuz ile karıştırıp eriterek, tuzlu su ile akrebin soktuğu kısma tedavi uygulanır. Egzama, sedef, ayaklardaki mantar, siğil, böcek ısırmaları gibi birçok hastalığın tedavisinde de kullandığı bilinmektedir.

Sözlüklerde; ‘Tat vermek veya korumak için yiyeceklere konulan deniz suyu tadında billur su beyaz madde’ olarak geçen ve kimyasal adı sodyum klorür olan tuz, çağlar boyunca ‘Besin kurutma ve saklama’, ‘Deri tabaklama (temizleme) ve ‘Besin maddesi’ olarak farklı amaçlar için kullanıldığından ve tüketimi bol olduğundan doğal olarak ticareti yapılmıştır.

Yazılı olarak belgelenmiş olan tuz ticaretinin Hititler döneminde yapıldıǧı ve bunun kanun hükümlerine bağlandıǧı çivi yazılı tabletlerde kayıtlıdır. Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’nde önemli bir ticari madde olan tuzun Anadolu’daki serüveni kültürel ögelere de yansımıştır. Tuzla ilgili çok sayıda atasözleri, deyimler olmasının yanı sıra tuz, şiirlere, şarkı ve türkülere konu olmuştur.

İyiliğini gördüğü, ekmeğini yediği kimseye karşı saygısızlık ve hainlik eden kişinin sonunun iyi olmayacağını vurgulamak için söylenen ‘Tuz ekmek hakkını bilmeyen kör olur’ atasözü ve tuzun lezzet açısından önemini vurgulayan:

Aşın tadı tuzdur, dünyanın tadı gözdür.” gibi atasözleriyle bir iş veya görevde az da olsa emeği geçmiş olmayı vurgulamak için kullanılan ‘Çorbada tuzu bulunmak’ deyimi gibi kullanımlar bunlardandır.

18. Yüzyılın önemli simalarından Levnî ‘Atalar Sözü Destanı’nda; ‘tuz ekmek bilmez’ ifadesiyle tuzun vefayı sembolize ettiğini:

Dediler bu pendi sordumsa kimse

Tuz ekmek bilmeze müşkilin deme

Kül kömür ye, nâmerd lokmasın yeme

Gün olur başına kakar demişler

biçimindeki deyişiyle işaret etmiştir.

Karacaoğlan da bir şiirinde tuz ekmek hakkının helal edilmesini:

Yeni geldi Arap atın sökünü

Seyir eyle sağa sola bükeni

Helal edin tuz ekmeğin hakkını

Varamıyom beni burda eyler var

biçiminde dile getirir. Âşık Veysel ise:

Kurulma sevdiğim güzelim deyin

Bağlama karayı alları geyin

Ben bir çoban olsam sen de bir koyun

Beslesem elimde tuz ile seni

deyip, sevgiliyi, tuz ile besleyeceği koyun gibi hayal eder.

Kerem ile Aslı hikâyesinde de “tuz ekmek” deyimi ile ilgili söylenen ‘Tuz ekmek hakkı bilmeyenin ardına düşüp de ne yapacaksm’ biçimindeki ifade tuzun önemini vurgulaması açısından dikkat çekicidir.

----

1 Ali İhsan Muratoğlu, “Tuzun Hikâyesi ”, Türk Folklor Araştırmaları, nr. 253, Ağustos 1970, s.5721.

2 Hiyve Hânı Ebu’l- Gāzi Bahadır Han, Şecere-i Terâkime (Haz: Zuhal Kargı Ölmez), Ankara 1999, Simurg Yay., s.119-120, 234.


[1] Ali İhsan Muratoğlu, “Tuzun Hikâyesi ”, Türk Folklor Araştırmaları, nr. 253, Ağustos 1970, s.5721.

Yazarın Diğer Yazıları