Tarikatçılık mı dediniz!
Tarikatlar şimdiye kadar tartışmaya açıldı mı, bilmiyorum. Tartışanlar derken, “dışarıdan” değil, “içeriden” kastediyorum. İslâmî ilimlerde söz sahibi olanların “tarikatlar”ı masaya yatırmaları gerekir. Geçmişi bir tarafa bırakalım, zamanımıza bakalım. Tarikatların geçmişteki “örgütçülüğü”nün nasıl işe yaradığını tarihten biliyoruz. “Kolonizatör Türk dervişleri”nin Anadolu’nun Türkleşmesindeki rolü tartışılmaz. Kastettiğim başka.
Prof. Dr. Faruk Beşer’in mezhep meselesini ele aldığı yazısının ikincisinde şunları
yazıyor:
“Belki bu üç alandan en son mezhepleşeni tasavvuftur. Hicri altıncı asırdan itibaren tasavvufun mezhepleri diyebileceğimiz tarikatlar ortaya çıkmış ve o zamana kadar öyle ya da böyle tasavvufun merkezinde Kur’an-ı Kerim ve sünnet örneği, ya da İmam Rabbanî’nin ifadesiyle, ölçü alınması gereken zahir ilimler varken artık bazı tarikatlara başka inançlardan gelen âyinler karışmaya başlamıştır. Bu karışma artarak devam etmiş ve Ehlisünnet olduğu sanılan pek çok tarikat Şia’dakinden daha uzak bir batıniliğe doğru kayıp gitmiştir. Bunların günümüzde pek çok örneği vardır ve ne yazık ki, diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda doğruyu yanlışı ayıklayacak ilmî bir mekanizma gelişmemiştir. Bu sebeple ya tasavvufa ya toptan karşı çıkılır, ya da tasavvuf adına ortaya çıkan her fikre saygı istenir.” (Faruk Başer, “Farklı mezhep alanları”, Yeni Şafak, 12 Temmuz 2013).
İslâma karşı gelinmiş gibi gösterildiği için “tasavvuf” , “tarikat” deyince hiç kimse tartışamıyor. Faruk Beşer’in tespitleri çok yerinde... Size başka bir ilim adamımızın tespitlerini aktaracağım:
“Tasavvuf haddi zâtında, kendi kültürleri üzerine -dışarıdan, üstelik ’medeniyetçe daha aşağı’seviyedeki- gözüpek bedevi Arap fatihleri sayesinde hâkimiyet kuran İslâm’ın tevhid inancını fazla yalın ve açık bulan köklü ve yerleşik ’üstün’bir kültürün mensupla-rının, bu kültürü galiplerin inancının kalıplarını kullanmak suretiyle o inanç içerisinde tekrar diriltme, yaşatabilme ve koruyabilme çabası olarak, İslâm’ın içinde adetâ ’paralel bir din’şeklinde algılanabilir.
Dikkat edilirse Tasavvuf, ’İslâm’ın, Yaradan’ı yaratılan’dan ayırmak suretiyle ortaya koyduğu ’Yaratan-yaratılan ayırımı’nın, yani kendine mahsus deyimiyle tevhid denilen ’Allah’ın kesinlikle ortak kabul etmez birliği’ilkesine mukabil, yaratılanın, Yaratan’ın tecellisinden, zuhurundan başka bir şey olmadığını varsayan bir mistik felsefe’olarak İslâm tarih ve kültüründe ortaya çıkmıştır. Tasavvuf teorilerinin bütün varyantlarının esas olarak bu temelde birleştiği söylenebilir. Tasavvuf, bu ikiliği ortadan kaldıracak aracı bir kavram da ge-liştirmiş, insan-ı kâmil dediği, ’ideal insan’ı simgeleyen bu kavramı, üstün ilâhî sıfatlarla donatarak -bir anlamda zımnen adetâ İslâm’ın peygamberlik kurumuna rakip olarak geliştirdiği- velâyet teorisi içine yerleştirmiştir. İnsanın ilâhî gerçeğe ulaştığı son noktayı temsil eden insan-ı kâmil mertebesine, ancak velâyet sistemindeki bütün kademelerin aşılmasıyla ulaşılabilir.” (Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye Sosyal Tarihinde İslam’ın Macerası, 2010). Yarın devam...