Sistem krizini yönetememek
Herkes Anayasa Mahkemesi'nin ışıklarından söz ediyor. Kimi, bunun darbeleri çağrıştırdığını söylüyor, kimi, Anayasa Mahkemesi'nin bizzat kendisinin 59 yıldır sorun yarattığından söz ediyor.
Kısacası herkes niyet okuyor.
Lakin ortada değişmez bir gerçeklik var: Anayasa Mahkemesi bir devlet kurumu ve yasalardan aldığı gücü temsil ediyor. Bir başka ifade ile Anayasa Mahkemesi devletin bir organı. Devletin organları arasında ışık yarışı varsa, demeçler üzerinden çatışma ortaya çıkmışsa bunun adına "sistem krizi" veya "devlet krizi" denir. Bu durumda bir üst otoritenin düzeni sağlaması gerekir.
Kimdir o otorite?
Parlamento?
Başka?
Devletin en üst makamı Cumhurbaşkanlığıdır.
Başkası yok.
Devletin dirlik ve düzeni, kurumların koordinasyonu, sistemin amaçlarına uygun yönetilmesi ve düzenin amaca uygun çalışması için görev, Anayasaya göre cumhurbaşkanlığınındır. Bu sebeple Cumhurbaşkanlığı sorunun tarafı değil düzenin kurucusu ve sağlayıcısıdır.
İçinde bulunduğumuz manzaraya bakıldığında, Türkiye'nin temel sorunlarını tartışamaz durumda olduğunu herkes görebilir.
Açın dünkü gazeteleri, Tv programlarını…
Ne görüyorsunuz?
Herkesin niyet okuduğunu ve tahminler üzerinden dalaşma yaptığını görüyorsunuz.
Işıkları niye yakmış mış?
Darbe günlerini çağrıştırıyormuş.
Asıl niyeti şuymuş, buymuş.
Bu tartışmalar bir sonuca varmaz, halkı da aydınlatmaz, sorunu da çözmez.
Bir de şunu eklemek lazım: Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını, sokak diliyle tartışmak demokrasi göstergesi değildir. Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını önce hukukçular, hukuk kuramcıları tartışır. Biz de halk olarak, onları dinler, değerlendirir, kendimizce bir karara, bir kanaate ulaşırız.
Doğrusu budur.
Lakin burası Türkiye. Kabile devleti olmasak da kabile mantığını, kabile davranış kalıplarını bir kenara koyabilmiş değiliz. Bu sonuca nereden varıyorum?
Birincisi, olayları ve olguları tartışma biçiminden.
İkincisi, olaylara ve olgulara devleti yönetenlerin, kurumlara yön verenlerin ve karar alıcıların, çözüm üretme ve sorun çözme biçiminden.
Birincisine eleştiri getirdik. Olayları niyet okuyarak çözme eğilimindeyiz dedik. Temel sorundan uzaklaşma içinde davranıyoruz dedik.
İkincisi ise, devleti yöneten karar alıcıların (sistem yöneticilerinin) gelişmelere nasıl müdahale ettiğinden bakmamız gerekiyor. Görülen o ki, üst mahkemenin kararları alt mahkemeler tarafından işlevsiz kılınırken, adalet sistemi bu ikilemi görmezden geliyor.
Niye?
Hukuki kararlar siyasi çıkarlara uymuyor.
Uymalı mı?
Elbette hayır.
Hukuk devleti olmanın genel özelliği tam da bu ayrımda belirginleşiyor zaten. İdarenin kararları Danıştay'dan dönecek ki hukuk devletinin idare üzerindeki gücünü görelim. Anlayalım ki, hukuk temel belirleyici güçtür. Gerekirse uygun olmayan siyasi kararları hizaya sokar.
Aynı şey Anayasa Mahkemesi için de geçerli. Yerel mahkemeler nasıl karar verirse versin, yurttaş olarak benim anayasal haklarım var ve ben bireysel başvuru yaparak haksızlığa uğradığımı anlatabileyim. Bu hakkımı kullanmışsam ve devletin en üst hukuk kurumu beni haklı bulmuşsa, yönetenlere ne düşer?
Anayasal hakları geri vermek. Bunun için de üst mahkemenin kararlarına uymak.
Türkiye'de böyle olmuyor…
Bir bakıyorsunuz, ilk hükmü veren mahkeme, Anayasa Mahkemesi'ne direniyor.
Allah Allah.
Anayasaya sadakatle bağlı kalacağına yemin etmiş bütün vekiller, bütün yönetsel güç sahipleri durumu seyrediyor.
Boşluk ve tereddüt oluşunca, başlıyor kayıkçı kavgası.
Anayasa Mahkemesi şöyle kötü, böyle kötü. Işığı şu niyetle yaktı, bu niyetle yaktı..
Benzer durum neden gelişmiş ülkelerde yaşanmıyor da bizde yaşanıyor?
Madem kabile siyasi kültürüyle değil de uygar bir üst kültürle siyaset yapıyorsak, neden kurumları niyet okuyarak tartışıyoruz?