Köpekler bizim canımız... Paris köpekleri

TBMM’de köpek savaşları bütün hızıyla sürüyor.

Köpekseverler çeşit çeşit. Kimileri köpek sevmeyi ideolojilerinin gereği görürler. Zamanımızdaki görüntü bunu gösteriyor. Öyle bir sevgi ki -samimiyetleri tartışılır- köpek yüzünden çocuğu kaybeden kadının bile üzerine yürüyorlar, ağız dalaşına giriyorlar.

Köpeksiz köy buldun değneksiz geziyorsun, desek yeridir

Bu atasözünün nasıl ortaya çıktığını saplantılı insanlarımız düşünmeliler.

Her canlının hayatta bir fonksiyonu vardır. Köpeklerin yeri de insanlar için ayrıdır ama insandan insana nasıl fark varsa, köpekten köpeğe de öyle fark vardır.

Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım”da Sinop yıllarını anlatırken, köpeklere ayrı yer ayırması dikkatimi çekmişti:

“Mahallede köpekler de vardı. Çok idiler. Bir mahal­lenin köpeği diğer mahallenin köpeğini mahallesine sok­mazdı. Gelirse hepsi, birden hücum edip kovalardı. Muay­yen hudutları vardı. Mahallelerin köpekleri bu hudutları geçemezlerdi. Yabancı insanlara da havlarlardı. Köpek pis sayılır, asla el sürülmez ve kimse üstüne onları sür­mezdi. Halk bunlara yiyecek verirlerdi. Süprüntülerini herkes kapısının önüne döker, köpekler bunları yerdi. Va­kıa bunlar pisti ama, tanzifat servisi [temizlik işleri] olmayan bir şehir­de bir kısım pislikleri yiyip ortadan kaldırırlardı. Bu kö­peklerle de oynardık. Biz onları, onlar bizi severlerdi. Bun­lardan biri beni pek severdi. Bunların adları vardı. En Çok ad ‘Karabaş’ ve ‘Tazı’ idi. Baş kara olmasa da bu ad verilirdi. Bu kelime eski Türkçede Karavaş şeklinde de olarak hizmetçi demektir. Bunların içinde cinsi tazı olan köpek yoktu; fakat tazı denirdi. Türklerde bu adlar köpekler için umumîdir. Bilhassa bu iki adın köpeklere ve­rilmesi dikkate ve tetkike şayan bir keyfiyettir. Sinop’ta köpek yavrusuna gölbez, enük derler.” (C. 1, s. 65-66)

***

Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım”ın dördüncü cildinde, 1928-1934 yılları arasında kaldığı Paris’teki hayatını anlatırken köpeklerin çokluğu dikkatini çekiyor. Rıza Nur sakıncasızdır:

“Paris'te kaldırımlar, yaya kaldırımları iyidir. Yaya kaldırımları ya asfalt ya kesme taştır. Dümdüz. Önüne bakmadan serbest yürüyebilirsin. En yağmurlu günlerde dahi hiç çamur yoktur. Bizdeki gibi ayağın bir yere takılır diye korkmazsın. Ancak bir fena şey var: Köpek pisliği ve sidiği. Bunlardan adeta kaldırımlarda yürümek müşküldür. Daima bunlara bas­mamak için dikkat etmelidir. Paris'in her mahallesinde, hattâ güzel kibar yerlerinde de böyledir.

Paris'in mühim bir derdi var: Köpek. Fransızlar köpeği çok severler. Hemen her ailede bir veya iki köpek bulunur. Bunlara çocuğa bakar gibi emek edip bakıyorlar. Besliyorlar. Öyle besliyorlar ki, bu köpekler semizlikten adeta küp gibi, kımıldayamıyorlar. Bunlara banyo bile yapıyorlar. Hele zengin ailelerde kadınların köpekleri olması pek moda. Ve bu moda asla geçip gitmiyor. Kadınlar bunlarla sokağa çıkıyorlar, salonlara ziyaretlere gidiyorlar.

Köpeklerin türlü cinsleri var. Her yıl köpek sergisi de açılır. Yumruk kadar köpeklerden adeta ufak bir dana kadar olan­ları, tüylü, tüysüzleri, yüzleri güzel ve çirkinleri var.”

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ilkin Millî Eğitim Bakanı, sonra Sağlık Bakanı yapılan Rıza Nur bir hekimdir. Paris intibaların anlatırken “Köpekler sıhhate muzırdır [zararlıdır] der ve devam eder:

“Evvelâ evin havasını nefesle bozarlar. Bu da insanların havasına zarar verir. Vakıa banyo yaparak temizliyorlar. Ama ne kadar olsa sokakta yürüyor, ayakları pis. Bilhassa kadın­lar böyle ayaklı köpekleri kucaklarına alıyorlar, uyuyorlar. Ne seviş! Sevmelerine insan hayran olur. Bu köpekleri sokakta görüyorum. Bir köpek sidiğine rastgelince derhal kokluyor, hattâ yalıyorlar. Sahibi ne kadar çekse nafiledir, ille koklar. Bu sebeple bırakıyorlar, iyice kokluyor ve yalıyor. Sonra bu köpeği derhal kucağına alıp ağzından öpen kadın gördüm. Kö­peklerde türlü hastalık, bilhassa kuduz oluyor. Bu da büyük bir mahzur. Bu sebepten bazı apartmanlara köpek koymak ya­sak edilmiştir. Kontrata dercederler. Paris'te belki de insan hastahanesi kadar hayvan hastahanesi de var. Bu köpekleri baytarlara tedavi ettirirler. Hasılı Paris'in köpekleri bizim mil­letten daha bahtiyardırlar. Onları sofralarında yanlarına otur­tup en güzel et ve diğer yemekleri yedirirler. Paris'te beş mil­yondan ziyade insan var. Belki üç milyon da köpek var. Bun­lar günde herhalde beş milyon frank yer. Ne israf... Ne yazık...”

Rıza Nur’un Türkiye’nin ilk fennî sünnetçisi olduğunu, fennî sünnete dair kitap yazdığını hatırlatayım.

Rıza Nur [Paris’te] Çok yaşlanınca, malûl olunca baytara götürüyorlar. Bay­tar sergenen şiringa yaparak öldürüyorlar.” diyor. Köpekleri daha çok kadınların sevdiğini söylüyor:

“Bu iptilânın [düşkünlüğün] sebebi nedir? Moda desek bu kadar olamaz. Galiba köpeğin sadık bir hayvan olması. Bu suretle bir hırsız gelecek olursa derhal havlar. Fakat Paris'te buna da büsbütün değilse de o kadar pek lüzum yoktur, inzibat yolundadır. Yani tek başına oturan insanlar yalnızlıktan canları sıkılır, bunlara arkadaştır. Buna diyecek yok. Fakat asıl sebep başka galiba:

Görülüyor ki en ziyade köpekle meşgul olanlar kadınlar­dır. Diyorlar ki kadınlar bunlara ....larını yalatıyorlarmış.

Hattâ bilfiil cima dahi yapıyorlarmış. Hakikaten bazı köpekler kadınların eteklerinin altından çıkmazlar. Kucaklarına alsalar o mahallerini koklar dururlar. (...)

Ne ise. İşte köpekleri her gün sokağa çıkarıyorlar. Bu hem hava alsınlar, gezinti etsinler, hem de işesinler diyedir. Köpekler, yaya kaldırımlarına büyük ve küçük abdestlerini ya­pıyorlar. İşte bu kaldırımlar Paris köpeklerinin abdesthânesidir.” (C.4, s. 1576-1577)

***

Şimdi ise, Batı ülkeleri, Afrikalılardan, Uzakdoğululardan köpekleri nasıl sakındıracaklarını kara kar düşünüyorlar. Müslüman olmayan Uzakdoğulular, Afrikalılar köpekleri kendileri için koyun gibi görüyorlar, yakaladıkları yerde kesiyorlar. Bu görüntüler internet karşınıza çıkıyor.

Yazarın Diğer Yazıları