İyi niyeti kazıyınca...
Güya hak teslim edenler var. Bunlar bulanık suda balık avlayanlardır. Biri diyor ki:
“Her bireyin, grubun ve topluluğun anadiliyle yaşamak hakkı vardır. Anadiliyle yaşamak, sadece eğitim hakkı ve yargıda savunma hakkı ile sınırlı olabilir mi? / Siyasetçiler, akademisyenler, entelektüeller, gazeteciler anadiliyle yaşamak hakkının neleri kapsadığından ya haberdar değiller ya da hakkın tamamının tanınması yönündeki öneriyi maksimalist bir talep olarak gündemlerine almamaktalar. (...) Kendi düşüncelerine, üstelik haklar ve özgürlükler konusunda, maksimalist olmamak uğruna kırmızı çizgiler çizmek düşünce üreten kimseye yakışmaz.”
Yazar, “Peki, anadiliyle yaşamak deyince ne anlamalıyız?” diye soruyor ve “Bunun için, Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’na bakmamız gerekir.” diyor.
Bu belgeyi Türkiye imzalamamış. (İyi de etmiş! İyi niyet taşlarıyla döşenmiş bir belge; cehenneme götürecek bir yol çiziyor.)
Diller Şartı’nın 8. Maddesini okuyun, diğer maddeleri okumanıza gerek yok. İşin sonu nereye varacağını hemen anlıyorsunuz.
Bütün maddeler, çok dilli bir devlet şartı getiriyor. Sonu bölünmedir ve bölünmenin sonu da Türkiye’nin yok olmasıdır.
Yazar şu hükme varıyor:
“Bölgesel ve azınlık dillerinin korunup, anadil bağlamında yaşanır kılınması insani ve demokratik bir değerdir ve bunun sıkıntısını en çok Kürtler çekmiştir. (...) Türkiye, kalıcı barışa ulaşabilmek için bu şartı imzalayıp, yürürlüğe sokmalıdır.” (Ümit Kardaş, “Anadiliyle yaşamak”, Taraf, 11 Temmuz 2013).
Yazarı iyi niyetli görmek mümkün değildir. PKK’nın etkisinde kalmadığını söyleyemeyiz.
Kimse “Bölünelim.” demez; böyle “iyi niyetle” ortalığı bulandırır.
Size, dün, “Kürtçeyle eğitim” tartışmasında iki mektup vereceğimi belirtmiştim. Birincisini okudunuz. İkinci mektup aşağıda:
“ ‘Farklılıklar birleşir mi?’ yazınızda görüş aldığınız akademisyen [Doç. Dr. Ali Kemal Özcan], sonunda dayanamamış zihniyetini açığa çıkarmış. (...) Kürtçe ile ilgili, gerçekten bir talep var mı, bir de buna bakmak gerektiğini düşünüyorum. (...) Şimdi çığa dönüşen bu sorun, hep günübirlikçi yaklaşımlarla ötelendi. Aslında ilk andan itibaren halkın sesine kulak verilseydi, sahaya inilip görüşmeler yapılsaydı yara kangrene dönüşmezdi. Tamam günlük yaşamda Kürtçe konuşmak isteği bir gereklilik olabilir. Ancak, eğitim, iş hayatı gibi diğer safhalar için; fayda, yeterlilik açısı da anlatılırsa eminim daha gerçekçi sonuçlara varılır. (...) Bu güne kadar ister akademisyenler, ister basın mensupları, ister siyasetçiler... hiç zahmete girmediler. İlk gördükleri ayrılıkçının bilgisine başvurdular. (...) Halk ile temas etmeleri şart. Yoksa dar bakış açılı solcular ile bunların hık deyicisi ayrılıkçılar istismara devam ederler.” İsa Yıldırım/Ağrı.
Yarın Türkiye’deki mahallî dillerin durumuna bakacağız.