İslâmcılık intihardır!
II. Abdülhamid Türklüğünün şuurundaydı. Türklüğünün şuurunda olmasaydı, 1876 Anayasası’na 18., 57. ve 68. maddelere bile bile rıza vermez ve hatta 18. maddenin konulmasına bizzat nezaret etmezdi.
“Siyasî İslâmcı” zevatın kafası “Türk”e karşı çelikle kaplandığı için “Türk”ün, “Türklük”ün ne manaya geldiğini idrâk edemiyorlar. İdrâk etme dertleri de yok. İdrâk etseler kendilerini “Siyasî İslâmcılık” havuzuna atıp intihara kalkışmazlardı!
Yine İbn Haldun diyeceğim: Mukaddime’sinde “Asabiyet” meselesinde yazdıkları, bizdeki müfsit İslâmcı zevatın savunduklarıyla taban tabana zıttır. “Türk Adını Silme Planı kitabımızda bunu delillendirdim. Kitabımızda bir meseleyi daha açıklığa kavuşturduğuma inanıyorum: İslâmcı müfsitlerin bel bağladıkları Mehmet Akif’in “Türklük”le hayat bulduğunu istatistikî olarak ortaya koydum.
Abdülhamid’e dönelim. İlk yazılı kanun-i esasîmizde “Türkçe” (dolayısıyla Türklük) vurgusuna dikkatinizi çekeceğim:
18. madde: Tebaa-i Osmaniye’nin hidemât-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmîsi olan TÜRKÇEYİ BİLMELERİ şarttır.
57. Madde: Heyetlerin [Mecliste milletvekillerinin] müzakerâtı LİSAN-I TÜRKÎ üzere cereyan eder...
68. madde: Heyet-i Mebûsân [milletvekilliği] için âzâlığaintihâbı câiz olmayanlar şunlardır: Evvelâ, tebaa-i Devlet-i Aliyye’den olmayan; sâniyen, nizâm-ı mahsûsumûcibince muvakkaten hizmet-i ecnebiye imtiyazını hâiz olan; salisen, TÜRKÇE BİLMEYEN; ...
“Büyük İslâmcı” gördükleri Abdülhamid Han, nelere dikkat etmiş! Abdülhamid’in “politik İslâmcılığı”na hak vermemek mümkün değil. Şartlar “bütünleştiricilik” için “politik İslâmcılığı” gerektiriyordu. Onun yetiştiği devirde Türkçülük tabiî olmakla beraber, siyasî bir tavır değildi. Kendisi nihayet “sözde” de olsa bir “halife” idi ve dünyada birçok Müslüman topluluk onun “halifeliğini” dikkate alıyordu. Ta Doğu Türkistan’a yollanmış “İslâmî birlik” muhtevalı mektupları zamanında Yıldız Arşivi’de bizzat okumuştum.
Türk, aslî unsurdur. Bu topraklardan herkes gidebilir ama Türkler gidemezdi. “Hristiyan” kuşatmasının asıl hedefi Türklerdi. Düşünün: Hicaz’ı bile Şerif Hüseyin eliyle İngiliz’in postalları çiğniyordu. (Teşkilât-ı Mahsusa başkanlarından Kuşçubaşı Eşref’in Hicaz’da Şerif Hüseyin’in oğlunun başında olduğu çapulculara karşı verdiği mücadeleyi ve yaralı esir alınıp İngilizlere teslimini kendi hatıralarından okuyun; içiniz acır. Bir hatırlatma: Kuşçubaşı bir Çerkez’dir ve “Türklük” mücadelesi vermiştir. Kardeşi Sami de Orta Asya’da Türk birliği için canını ortaya koymuştur. Neden “Türklük” şümullüdür; ırkî değildir, dediğimi anladınız mı şimdi!)
Öbür gün seçim var. Müfsitler yine sahnede. Hayrettin Karaman ve gibilerinin, geçmişte tartışılmış ve çürütülmüş Ahmet Naim’in, dönemin dar anlamlı Türklüğe karşı tartışmalarına tekrar dönmesini, ancak, hırsızlıkları, etnikçilikleri örtmek için “Türk”e saldırı olarak anlarız. (Ahmet Naim (1872-1934)’in kıymetini teslim ederim. Hayrettin Karaman ve gibilerinin kalemiyle onun adı kirlenir aslında!)
Söyleyeceklerim bitmedi!