Düşman Fırat'ın batısındayken

'Türk milliyetçiliği Fırat'ta boğulmuştur' sözünü 90'ların başında duymuştuk... Devletin bölücülükle mücadele konusundaki siyasetini eleştirmek için kullanılıyordu ve sonradan ulusalcı olacak bazı kesimlerde de pek revaçtaydı...

Sanki Fırat 'psikolojik sınır'dı... Türkiye Cumhuriyeti'nin Fırat'ın ötesindeki varlığının eridiğini, güç kaybettiğini ve çekilmek için gün saydığını ima ifade eden bir kavramdı... Bu kavramın bölücü propagandada önemli bir yeri oldu...

2000'li yıllarda yeni bir kavramla tanıştık: 'Sivas'ın ötesi'... Basit siyasî saiklerle muhalefeti ezmek için kullanılan bu kavram o 'psikolojik sınır'ı Fırat'tan kaldırmış, neredeyse Kızılırmak'a taşımıştı!.. Siyasetin getirdiği ucuz polemikler, arkasında dağ gibi bir problem biriktiriyordu ama 'kısa vâdeli özel kârlarla beslenmeye alışmış' siyaset kurumunun pek de umurunda değildi...

***

'Kırmızı çizgi' bizde gerçekliği olmayan bir tehdit... Kaç kırmızı çizgimiz önce pembeleşti, sonra da buharlaştı, çetelesini tutamıyoruz bile... En basiti Irak'ın toprak bütünlüğüydü... Ne oldu sonra? Onlarca yıl birbiriyle savaşan iki aşiretin Türkiye Cumhuriyetli pasaportlu liderinden birisi Irak Cumhurbaşkanı oldu... Diğeri ise Federasyon Başbakanı... Dün başçavuşlarımızla muhatap olunca sevinenler artık 'ekselans'tı ve sınırımızda yeni bir fiili devlet ve bayrak vardı...

Suriye'de sürekli revize olan kırmızı çizgilerimizin neredeyse sayısını unuttuk... Süleyman Şah Türbesi'ydi, Suriye'nin toprak bütünlüğüydü ve nihayetinde PKK/PYD'nin Fırat'ın batısına geçmesiydi...

Türkiye iç meselesine hapsolmuşken ABD destekli PYD Menbic'i düşürdü ve artık PKK Fırat'ın batısına geçti... Halep zordaydı, şimdi daha da zorda...

Gelen haberler şaşırtıcı değil... IŞİD'den kaçan Arap nüfusun geri dönmesine izin verilmiyor... İlçe ele geçirilir geçilmez, önce nüfus müdürlüğü ve tapu sicilleri yakılıyor... Bu stratejiyi Kerkük'ten hatırlayalım... Saddam Hüseyin Körfez'e yapılan ikinci müdahaleyle düştükten sonra Kerkük'e giren Barzani'nin peşmergelerinin ilk hedefi tapu dairesi olmuş, kayıtları yakıp yıkmışlardı...

İstilâcı kültür, son derece planlı davranıyor... Hem alan boşaltıyor, hem kayıt ve tarih siliyor, sonra ara vermeden o toprakların kadim sahibiymişçesine yerleşiyor... 'IŞİD'e karşı Batı'nın bölgedeki tek seküler müttefiki' görüntüsünü keyifle değerlendiriyor ve bu sempatiyi gecikmeden avantaja çeviriyor, Batı'ya doğru akıyor...

Kahredici Suriye politikamızın bu gerilemeye nasıl hizmet ettiğini anlatmak elbette israfa girer... Şimdi ödenen bedel, o rasyonellikten uzak politikanın bedeli... 'Çözüm süreci' PKK'nın bir yandan 'Kuzey Suriye cephesi'ni tahkim etmesine, diğer yandan Güneydoğu'da psikolojik üstünlüğü ve hazırlık imkânını ele geçirmesine yaradı... Suriye topraklarının önemli bir bölümü Türkiye aleyhine konumlanmış dev bir üsse dönüştü... IŞİD faktörü, katliamcı bir örgütten 'Batı değerlerine uygun' bir müttefik çıkardı...

***

Kuşatmanın burada kalmayacağı kesin... Ülkeyi yönetenlerin bu gerçeği kabul etmeleri gerekiyor... Uluslararası anlamda gittikçe daha fazla yalnızlaşıyoruz... Artık daha fazla birbirimize tutunmamız ve iç barışı kuvvetlendirici adımlar atmamız gerekiyor...

15 Temmuz darbe girişiminden sonra ortaya çıkan toplumsal mutabakat fotoğrafı uzun zamandır görmediğimiz bir kareydi ve korunması şart... İnsan ümitlenmek istiyor, 'artık tecrübe çıkarılmıştır' diye... Çünkü bu işlerin sonunda devletlerin ve milletlerin ne duruma düştüklerini bildiğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz... Kucağımızda çocukla, yaşanacak başka toprak bulmak için koştururken, ayağımıza bir kameramanın çelme taktığı bir dünya bizim dünyamız olamaz...

Bu hava, bu toprak, bu su bizim, hepimizin... 15 Temmuz'un bu anlamda milât niteliği taşımasını ve adâletin mutlaka hâkim olmasını dilerken, ümitlerimizi kıran bir haber alıyoruz Erzurum'dan... Atatürk Üniversitesi rektörlüğüne sandıktan birinci sırada çıkan aday değil dördüncü sırada çıkan aday atanıyor... Tıpkı Gazi Üniversitesi'ndeki gibi...

Sonra yine o sorular akıllara geliyor... Ülke bu kadar sıkıntı içindeyken ve toplumsal mutabakatın yaşatılması şartken bunun anlamı nedir? Ülkücüler her halükârda, iktidarda kim var kim yok demeden devletlerinin yanında yer alırken ve ölmeye varken, yönetime talip olduklarında bu üveylik nasıl izah edilebilir?

Ne garip çelişki: Düşman Fırat'ın batısında, ülkücüler o gönüllerin hep uzakdoğusunda!..

Yazarın Diğer Yazıları