"Ya istiklâl, ya ölüm" bütün insanlığın parolası olacak!
Sovyetler’in dağılması ile birlikte ideolojilerle savaşı kazandıklarını propaganda eden küresel kapitalizmin ideologları, mensuplarına adalet duygusu aşılayan İslam’ı hedef seçti.
Çünkü adalet duygusu var oldukça, sadece sermayenin serbestliği demek olan sözde serbest piyasa veya sözde pazar ekonomisinin dünyada hüküm sürmesi mümkün değildir. Medeniyetler Çatışması kitabında Huntington’un, İslâm ile birlikte Konfiçyüs topluluğunu da anması, Çin medeniyetinin de hakkından gelme düşüncesinden kaynaklanıyordu. Çin’in bu yeni dayatmalara direneceği açıktı.
* * *
Aslında emperyalizmin hiçbir yeni fikri yoktur. 20’nci yüzyılın başında ne söylemişlerse, bugün de aynı politikaları takip ediyorlar. Sadece isim değiştirdiler. Wilson’un her milletin kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili ilkelerini “azınlık hakları” diye yeniden gündeme getirdiler. Çünkü emperyalistler, karşılarında, kaderde, tasada ve kıvançta birleşmiş, millet haline gelmiş bağımsız devletler istemiyor. Dünya üzerinde hâkimiyet kurabilmeleri, milletlerin çözülmesine, dolayısıyla millet esası üzerinde kurulmuş devletlerin dağılmasına bağlıdır. Bu yüzden milli kültürlere, milli kimliklere, neredeyse tek bir merkezden üretilmiş sloganlarla, müzikle, sinemayla, kısacası medyanın bütün kollarıyla saldırıya geçtiler.
Emperyalistler, paranın gücü adına ve Tevrat’taki ideoloji adına saldırıyor. Milli devlet yapısında direnen ülkelerin önce sermayesini, sonra medyasını ve nihayet siyasi kadrolarını ve bağlı olarak sivil-asker bürokrasisini ele geçirdiler.
Bu tür ülkelerde ele geçirdikleri kaleleri birer Truva atı gibi kullanmaya başladılar. Hiçbir ulus devlet, bu tür ihanet organizasyonlarına karşı yasal önlemler alamadığı gibi, ekonomisi ve medyası ele geçirilmiş olduğu için, kendi halkının bir milliyete mensup olma bilincini kaybetmeye ve etnik parçalanmaya sürüklenmesini de önleyemedi.
Oysa düşman hangi alandan saldırıya geçmişse, savunmayı da o alanda yapmak veya aynı şekilde karşı saldırıya geçmek gerekiyordu. Yasama, yürütme ve yargının, yani klasik üç erkin bu saldırının hakkından gelmesi mümkün değildi. Düşman ticaret ordularıyla, sermaye ordularıyla, bilgi ordularıyla, kültür ordularıyla, medya ordularıyla saldırıyor; ulus devletler, önce polis marifetiyle bu saldırıları önlemeye çalışıyor, yetmeyince yargı devreye giriyor, yetmeyince yasalar çıkartılıyordu. Tabii, ulus devletler yine de aciz kalıyordu.
* * *
20’nci yüzyılın başında olduğu gibi, bugün de mücadele Türkiye’de düğümlenmiştir. Türkiye teslim alınırsa, mazlum milletlerin kaleleri birer birer düşecek. Pakistan da stratejik önemi büyük bir ülkedir. Bu sebeple kargaşaya sürüklediler. Türkiye, saldırının boyutlarını kavrayıp, karşı saldırıya geçerse, emperyalistlerin yenilmesi kaçınılmazdır.
Emperyalistler, önemini bildikleri için, Türkiye’yi içeriden ele geçirdikleri yetmezmiş gibi askeri anlamda da kuşatıyor. Bir ara, Türkiye’nin bir kısmını, ele geçirdikleri siyasiler, medya ve bürokratlar aracılığı ile Türk Parlamentosu’ndan karar çıkartarak işgal etmek istedilerse de bunda başarılı olamadılar, bu yüzden kuşatmaya hız verdiler.
Kuşatma ne için yapılır? Kuşatılan bölgeyi ele geçirmek için değil mi? Peki ele geçirdikleri bu bölgelerde yaşayan milletlere hayat hakkı tanıyacaklar mı? Galibiyetleri kesinleşirse, “küresel temizlik operasyonu” yapacaklarını, kanserli hücrelerden kurtulmak için cerrahi müdahalede bulunacaklarını açıkça ilan ediyorlar...
Dolayısıyla, sadece Türk Milleti için değil, bütün insanlık için bugün de parola “Ya İstiklal, Ya Ölüm” dür. Bugün de en iyi savunma, saldırıdır! Küresel saldırıya küresel bir cevap verilmelidir.