Türk’ün cömert kağanlarından halkın malına çöken iktidarlara
İslam öncesi Türk devletlerinde,
hükümdarların sahip olması gereken birtakım vasıflar vardı.
Bunlardan biri de cömertlikti.
Hükümdarlık için böyle bir hasletin aranıyor olması,
İslam öncesi Türklerin bu konuya verdikleri önemi göstermesi bakımından önemlidir.
Bilge Kağan, savaşlardan elde edilen
ganimetlerin dağıtımı sırasında, oldukça cömert davranırdı.
Öyle ki, onun bu cömertliği,
muhaliflerinin kendisine bağlanmasına sebep olurdu.
Çin İmparatoru Su-tsung,
758 yılında Uygur Kağanı Moyençor Kağan’a;
devlet mühürleri, renkli, ipekli kumaş ve elbiseler,
altın ve gümüş kapkacak gönderdiğinde;
Kağan, imparatordan gelen bu hediyelerin tamamını,
adamlarına dağıtarak ne kadar cömert bir kişiliğe sahip olduğunu gösterdi.
Oğuzlara göre, en büyük şan ve şeref, cömertlikle kaimdi.
(Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi)
Bunu, Dede Korkut Hikâyelerindeki;
“er malına kıymayınca, adı çıkmaz” sözünde görmek mümkündür.
Türk hükümdarları halkı rahat, huzurlu ve
zengin bir şekilde yaşatmak için çaba göstermiş ve
bu durumu hükümdarın bir görevi olarak görmüşlerdir.
Hun hükümdarı Mete Han (Mo-tun-Mao-dun),
M.Ö. 176’da Çin imparatoruna yazdığı mektupta
yapacağı barış antlaşmasının nedenlerini zikrederken
“halkı huzur ve rahata kavuşturmak istiyorum” ifadelerini kullanmıştır.
Göktürklere ait olan Orhun Abidelerinin birçok yerinde,
“fakir milleti zengin kıldım”, “aç milleti doyurdum”,
“çıplakları giydirdim” ifadeleri yer almaktadır.
(Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları)
Manas Destanı’nda hanların verdiği toylardan bahsedilirken
“halka aş vermek ve fakirleri zengin etmek” gibi ifadeler muhtelif yerlerde geçmektedir.
Türk hükümdarlarının halkı,
Tanrı tarafından kendilerine verilen bir emanet olarak görmeleri ve
halkın refahı için mücadele etmeleri Türk devletlerinde gelişmiş bir
sosyal devlet anlayışının olduğunu göstermektedir.
Oğuz Kağan, kaynaklarda 50 yıl olarak geçen seferinden sonra
ülkesine döndüğünde verdiği toyda
“dokuz yüz bin at dokuz yüz bin koyun kestirmiş,
altından bir havuz yaptırarak kımız doldurtmuş ve tüm maiyetini buraya çağırmıştır.”
Dede Korkut Destanı’nda Oğuz beylerinden Kazan Han’ın,
“ne zaman Oğuzlar ile toyda bir araya gelse mahiyetini alarak evinden dışarı çıkıp evini yağmalattığı ve bu yağmada bulunmamanın düşmanlık göstergesi olduğu” zikredilmiştir.
(Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2006)
Kâşgarlı Mahmud’un,
“Hanlar düğünlerde ve bayramlarda otuz arşın yüksekliğinde ve
minare gibi yağma edilmek için sofralar yaparlar ve
bunlara “kençliyü” denir” ifadesi yağmalı toyun
11. yüzyılda “kençliyü” terimi ile açıklandığını gösterir.
Türkistan’da kurulmuş ilk Türk-İslâm devleti olan Karahanlılar’ın da
eski Türk devlet geleneğinde var olan yönetici-halk arasındaki
karşılıklı sorumlulukları yerine getirdikleri bilinmektedir.
Nitekim Yusuf Has Hacib’in, Karahanlılar’dan
Tamgaç Uluğ Buğra Han’a sunduğu Kutadgu Bilig adlı eserinde
“Cömert ol, halka mal dağıt ve yedir içir” ifadeleri ve
Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk’ün,
“hizmetkârlarına karşı cömert ve mutfakta onlara karşı eli açık olmak
Türkistan hanlarının (Karahanlılar) töresidir” sözleriyle bu dönemde de
yağmalı toyların yapıldığını göstermektedir.
Selçuklu sultanlarının da askerlere ve
halka sıklıkla yağmalı toylar verdiği kaynaklara yansımıştır.
Sultan Tuğrul Bey, 1062’de Abbasî halifesi
Kaim-Biemrillâh’ın kızıyla evlenmesi münasebetiyle sofralar kurdurmuştur.
Bu sofralar tatlılar ile dolu olup yağma olmaması için sofranın iki yanına filler yerleştirilmiştir.
Düğün gerçekleştikten sonra büyük bir ziyafet verilmiş ve sofra yağmaya bırakılmıştır.
Yine Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’ine göre
halkın hükümdar üzerinde hakkı üçtür:
1. Memleketinde gümüş yani paranın ayarını korumak,
2. Halkı âdil kanunlar ile idare etmek,
3. Bütün yolları emniyet içinde tutup yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldırmak.
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib,
Ögdülmiş’in hükümdarla yaptığı konuşmaların birinde bunu şöyle ifade eder:
“Dünya hâkimi hakîm bey niçin hazine toplar;
asker nerede ise, oradan hazır hazine alır.
Memleket tutmak için, çok asker ve ordu lazımdır;
askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır.
Bu malı elde etmek için, halkın zengin olması gerektir;
halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır.
Bunlardan biri ihmal edilirse, dördü de kalır; dördü birden ihmal edilirse,
beylik çözülmeğe yüz tutar.” (Beyit: 2056-2059)
İskitlerin üstün bir adalet anlayışına sahip olduğunu
Herodot söylediği şu sözlerle kayıt altına almıştır:
“İskitler, kanunlar karşısında boynu kıldan ince bir halktır”
Yine, Homeros’un, İliada adlı eserinde İskitleri kastederek söylediği
“Kimmer topraklarında, çok adaletli insanlar yaşamaktadır” şeklindeki
düşüncesini de kendi düşüncesi ile birleştirmiştir.
Asya Hun ülkesi, adaletin hâkim olduğu büyük bir devletti.
Bu devletin, bilinen en büyük kağanı olan Mete,
her meseleyi kurultayda müzakere ettirir, orada alınan kararları uygulardı.
Kurultayın kararları töreye bağlıydı.
Çünkü kurultay adaleti arıyordu.
Töre ise adaleti aramaktan doğmuştu.
İslam öncesi Türk devletlerinde kadınlar
gerek siyasi gerekse idari alanda aktif olarak yer almışlardır.
Öyle ki, bir emir ilan edileceği zaman, “hakan emrediyor ki” diye
ilan edilirse bu emrin hiçbir geçerliliği olmazdı.
Emrin geçerli olabilmesi için,
“hakan ve hatun buyuruyor ki” diye yazılıp ilan edilmesi şarttı.
Bundan başka, yabancı devletlerden gelen elçileri hakan yalnız kabul edemezdi.
Ancak hakan ile hatun birlikte olduklarında, elçiler huzura kabul edilirdi.
Bu kabul törenlerinde hatun, hakanın solunda oturur,
siyasi, idari konulardaki görüşmeleri dinler ve fikrini beyan ederdi.
Orhun Yazıtları’nda Köktürk Kağanlığının kuruluşu anlatılırken
aynı zamanda kadının idari konumunu gösteren bilgilere de yer verilmiştir.
Bilge Kağan’a göre:
“Tanrı, Türk milleti yok olmasın diye,
millet olsun diye
İlteriş Kağan ile İlbilge Hatun’u
göğün tepesinden tutup, yukarı kaldırmıştı.”
Bu ifade, Köktürklerde kadının siyasi ve
idari mevkiinin ne derece ileri olduğunu gösteren en güzel delildir.
Arap istilaları sırasında Buhara,
Kabaç Hatun adında Türk asıllı bir melike tarafından yönetiliyordu.
Kaynaklardaki bilgilerden oldukça başarılı bir idareci olduğu anlaşılan hatun,
her seferinde Arap komutanlarla antlaşma yaparak,
Buhara’yı Arap istilalarından korumayı başarmıştı.
Araplar ancak o öldükten sonra Buhara’ya hâkim olabilmişlerdir.
Uygurlarda Kağanlık idaresinde, kağandan sonra hatun söz sahibi idi.
Hatunlar, devlet işlerinde önemli, çoğu kez de nihayi rol oynarlardı.
Bu gelenek, Uygurlarda oldukça köklü ve eskiydi.
Uygurlara ait Taryat (Terhin) Yazıtı’nda,
“halk beni kağan olarak atadı,
tanrıdan olmuş,
devlet kurmuş bilge kağan atadı,
eşimi de el-Bilge Hatun atadı,
kağan unvanı ve hatun unvanını alıp,
Ötüken’in batı ucunda,
Tez Irmak’ı başında,
hükümdarlık otağını kurdurdum” denilmektedir.
Dingelsted’e göre, Türklerde kocası ölen bir dulun,
aile içerisinde başka birisine varması,
ancak dulun isteğine bağlı idi.
Dul istemezse çocuklarının başında koruyucu ve
hami olarak kalabilirdi.
Kocasının malından ise iki pay oranında bir miras hakkı vardı.
Malın diğerleri ise çocuklarınındı.
Hatta dul dışarıdan evlenebilirdi.
Ancak yeni kocasının kalını, eski kocasının ailesine vermesi gerekli idi.
Bu uygulamada kadının rızasının aranıyor olması,
İslam öncesi Türklerin kadına verdikleri değeri göstermesi bakımından önemlidir.
Türk kadınının aile içindeki ve toplum katındaki bu yeri,
başka toplumların ancak bin yıl sonra benimseyecekleri türde en ileri çizgideydi.
Bu hak, yetki ve saygı, aile ocağından hükümdarlık makamına kadar
birbirinin eşiti biçiminde sürdürülmekteydi.
Evet kaynaklar, örnekle böyle daha da uzatılabilir.
Türk’ün kağanı her şeyden önce halkını düşünürdü,
elinde ne var ne yok halkına, askerlerine dağıtırdı.
Bencil olmazdı asla…
Kendini zengin etmekle meşgul olmazdı…
Halkını kandırmazdı, kandırılmazdı…
Dürüstlük, eli bolluk, "önce halkım" demek, adalet
Türk kağanında aranan önemli özelliklerdi.
Türk kadını evin, otağın, ülkenin temel direğiydi.
Yukarıda verdiğim örneklerde de görüldüğü üzere,
Han’ın sözü bile tek başına geçerli değildi,
Eşinin de kararda adı geçmeliydi, fikri alınmalıydı.
Kadın, anne, eş kıymetliydi…
Şimdi Türkiye’ye baktığımda,
şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum;
"Sahi ya biz ne zaman bu hale geldik?"