"Türkler dinden çıktılar. Arapların Türklere karşı cihadı farzdır"
İstanbul’un işgali yaşadığı 5 yıl çok, üstünkörü ve kapalı anlatıldı.
İstanbul sokakları Türk halkının daha önce ismini dahi duymadığı
milletlerin askerleriyle doluydu.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu durumu Sahnenin Dışındakiler
romanında şöyle dile getirecekti:
“Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış
Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avustralyalı zabit,
siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman,
Rum papazından bozma halk hatibi arasında işte İstanbul'un böyle karışık,
derbeder bir hayatı vardı.”
Kimsesiz kalan bazı şehit eşlerinin fuhuşa zorlandığı ve
kimi gazilerin dahi İngiliz kuvvetlerine muhbirlik yapabildiği
bu devre utanç vesikalarıyla doluydu.
İstanbul halkının izzet-i nefsini çiğnemiş ve
tüm manevi iklimi yıkarak gitmişlerdi.
5 sene boyunca kent kimliksizleşmiş ve
Osmanlı Devleti'nin namusu olmaktan çıkmıştı.
Halikarnas Balıkçısı’nın, işgal İstanbul’undaki anılarını anlatırken
tasvir ettiği şu manzara, İstanbul halkının bu dönemdeki
can güvenliği hakkında çarpıcı bir örnektir:
“Şehre adeta bir kâbus havası çöktü.
Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi.
Gazhane yokuşundan Taksim’e çıkanlar ölümü göze almalıydı.
Çünkü Taşkışla’yı işgal eden yabancı kuvvetler,
yokuştan çıkanları vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı”
İşgal güçleri tarafından can güvenliği önemsenmeyen İstanbul halkının,
mal güvenliği de aynı ölçüde önemsenmiyordu.
Mayıs 1920’de İçerenköy’de İngiliz Cephane muhafız askerlerinden iki Hintli asker,
İsmail Ağazâde’nin evine saldırıp, 12 yaşlarındaki kızına tecavüz ettiler.
Temmuz 1920’de Tuzla kasabası İngiliz Hintli askerlerce kuşatılarak
Müslümanlara ait evler aranıp, silahlar toplandı.
Kadınlara tecavüz edildi.
Mayıs 1920’de Başıbüyük Köyü’nden Hikmet isimli bir kadın
bahçede çalışırken yanına gelen bir İngiliz-Hint askeri,
elindeki taşla kadının kafasına vurup, boğazını sıkıp, tecavüz etti.
Nisan 1921’de Kadıköy’de ailesi ile birlikte seyahat eden
Rüsumat memuru Süleyman Efendi’nin elleri bağlandıktan sonra
gözü önünde ailesine tecavüz edildi.
Bunlar kayda geçen yüzlerce olaydan sadece birkaç tanesi.
Bir de kayda bile geçmeyen vakalar var tabii.
Tarihçi Murat Bardakçı, İstanbul’un altında kaldığı
5 senenin gerekli şekilde ele alınmadığını dile getiriyor.
Dönemin neden yazılmadığını da şu sözlerle anlatıyor:
“İstanbul'un işgal yıllarını (1918-1923) niye kimse yazamıyor?
Çünkü utanıyorlar.
İstanbul işgalinde Müslüman Hint ve Senegal askerlerinin
girmedikleri ev yapmadıkları rezalet kalmadı! ...
Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'u gerçekti!
Lozan'da Hilafet İstanbul'da kalmalı diyen İngilizler idi.
Hilafet İstanbul'dan kalkarsa, Hindistan ayaklanır diye panik yapan
Hindistan Genel Valisi Londra'yı telgraf yağmuruna tutmuştur.
İngilizler Lozan'da Hilafet'in mutlaka İstanbul'da kalmasını istiyordu.
Nitekim Atatürk Hilafeti kaldırdı, Hintlilerde ayaklandı,
Hindistan'daki İngiliz işgali de bitti.
Zaten Osmanlı Hilafetini de kimse ciddiye almıyordu.
Osmanlı cihat ilan etti kimse sallamadı,
Şerif Hüseyin Cihat ilan etti herkes Şerif Hüseyin'e koştu ve Osmanlı bitti.
Oysa 2. Abdülhamid Araplar için dünyanın yatırımını yapmıştı.
Demek ki din kardeşliği ümmetçilik hikâye, Araplara güvenilmez.”
Konusu açılmışken elbette bahsetmek gerekir.
23 Kasım 1914’de Sultan Mehmed Reşad
tüm Müslümanların halifesi sıfatı ile kutsal cihâd ilan etti.
Osmanlı Devleti milli ve dini şuuru güçlendirmek ve
toplumu savaş seferberliğine psikolojik olarak hazırlamak amacıyla
Fatih Camisi’nin avlusunda halifenin buyruğu,
şeyhülislamın fetvası ile cihad-ı ekber ilan etmiş,
tüm Müslümanların kanıyla, canıyla, malıyla kutsal göreve katılması istenmiştir.
Osmanlı Devleti sınırları içinde ve dışında, Afrika’nın batısından
Hindistan’a kadar tüm Müslümanları savaşa çağıran son cihat ilan edilmiştir.
Müslüman dünyasında bir seferberlik olacağı düşüncesi,
cihat çağrısına katılmanın tüm Müslümanlar için farz olduğu daha savaşın başında iflas etmiştir.
1914’te ilan edilen kutsal görev çağrısı
Müslüman toplumlarda karşılık bulması bir yana;
Mekke Şerifi Hüseyin’in İngiliz altınları ile Osmanlı Devleti’ne karşı
düşmanla işbirliği yapmasını, Osmanlı askerlerini
arkadan hançerlemesini bile önlemeye yetmemiştir.
Osmanlı ordusu İngiltere ve Fransa saflarında yer alan binlerce
Hint-Cezayirli Müslümanlar ile savaş boyunca mücadele etmek zorunda kaldı.
Şerif Hüseyin’in 1916’daki isyanı ile birlikte de
hilafetin adından başka bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı.
Savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslâm ülkelerinden beklenen tepki görülemedi.
Aksine İngiltere’nin Araplar’a yönelik çalışmaları sonuç verdi
ve Şerîf Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etti.
Osmanlılar’ın savaşa girmesinden sonra İngiltere’nin
Mısır’daki görevlilerinden Henry McMahon,
Şerîf Hüseyin’in beklentilerine uygun olarak onu kendi saflarına çekebilmek için
hem bağımsızlık hem de hilâfet vaat etmişti.
Şerif Hüseyin-İngiliz görüşmeleri 10 Mart 1916’da karşılıklı anlaşma ile sonuçlandı.
6 Kasım 1916 tarihine kadar geçen sürede Şerif Hüseyin’e
773 bin Sterlin tutarında mali destek sağlandı.
Şerif Hüseyin yayınladığı cihat bildirisinde,
‘‘…Türkler dinden çıktılar.
Arapların Türklere karşı cihadı farzdır…’’ diyordu.
Gerek Osmanlı yönetimi gerekse Suriye’deki ordunun komuta kademesi
isyanın gelişini görememiş, bu nedenle devlet
Hicaz İsyanı’na hazırlıksız yakalanmıştır.
Başlangıçta âsilerin sayısı 50.000, bütün Hicaz bölgesindeki
Osmanlı askerinin sayısı 15.000 civarındaydı.
Medine savunması ise Fahrettin Paşa’nın kahramanlık destanı yazdığı
başka bir yazının konusuydu…
Osmanlı’nın ölüme terk ettiği Paşa’yı kurtaran ise
Ankara hükümetinin gayreti olmuştur.
Şimdi bazı kesimler diyecek; “Eee bunları zaten biliyoruz neden anlattın?”
Bunları anlatma sebebim aslında Murat Bardakçı’nın
“Demek ki din kardeşliği ümmetçilik hikâye, Araplara güvenilmez.” sözleri.
Benim de sıkça söylediğim ve dikkat çekmek istediğim olay bu.
Osmanlı işgal altındayken Yunanla, İngilizle kol kola gezen
sarıklı cübbeli sözde hocalar, İngilizi övüp işgali savunurken,
İngiliz çizmeleri Osmanlı Sarayı’nda cirit atıp
Müslümanların Halifesi Padişahı parmağında oynatırken,
Arap coğrafyasında da öne atılan her sarığın, cübbenin altında yine İngiliz vardı.
Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan Araplar,
Mekke ve Medine’yi yıllarca koruyan kollayan Türkleri
acımadan katletmişti…
Din adı altında, dinbazlık yapıp Türk milletini Araplaştırmaya çalışan
her zihniyetin altında da yine İngiliz vardır.
Birilerinin canlı yayınlara çıkarken
İngiliz Kraliyet arması taşıyan kol düğmesi takmasından da
olsa olsa bu anlaşılmaktadır.
Zenginlik içinde yüzen sözde dini liderler,
vatandaşı açlığa ve fakirliğe şükretmeye davet etmeye devam ediyor.
Millet Türklüğünü benliğini unuttuğu sürece de bu böyle devam edecek.
Bugün Türkiye’de sokak ortasında askeri eğitim yapanlar
ki bunun, Afgan, Suriyeli ya da Pakistanlı olması hiçbir şeyi değiştirmez…
Yarın bu ülkenin toprak bütünlüğü için açık tehdit olacaktır.
“Onlar Müslüman kardeşlerimiz” diyenlerin, ümmetçilik yapanların kulağından
Şerif Hüseyin’in şu sözleri silinmesin;
“Türkler dinden çıktılar. Arapların Türklere karşı cihadı farzdır”
Bu sözleri yakın gelecekte yeniden duyacağız.
YouTube kanalıma abone olmayı ve bildirimleri açmayı unutmayın:
www.youtube.com/@erdemavsar0/?sub_confirmation=1