Tuhaf bir yasak

Levent Dönmez deneyimli bir tiyatro sanatçısı.

Türkçeye hâkimiyeti olağanüstü.

Bu değerli sanatçı yaşlılık günlerinde YouTube’da bir kanal açıp Aziz Nesin’den Yaşar Kemal’e, Haldun Taner’den Orhan Kemal’e, Sait Faik’ten Sabahattin Ali’ye, Yahya Kemal’den Cahit Sıtkı’ya, Orhan Veli’den Cemal Süreya’ya, Can Yücel’den Ahmet Arif’e, Anton Çehov’dan Maksim Gorki’ye, Alphonse Daudet’ten John Stainbeck’e kadar onlarca yazar ve şairin eserlerini büyük bir başarıyla seslendirmeye başladı.

Bizim gibi kitap okumaya pek meraklı olmayan bir toplumda yaptığı hizmet gerçekten övgüye değerdi.

Ne var ki geçtiğimiz günlerde üzücü bir olay yaşandı.

Aziz Nesin’in yoksul çocukların okutulup meslek sahibi olmalarını sağlamak amacıyla 1972’de kurduğu, ölümünden sonra ise oğlu Ali Nesin tarafından yönetilmeye başlanan Nesin Vakfı’ndan Levent Dönmez’e gönderilen mesajda, Aziz Nesin’in eserlerini seslendirmemesi isteniyor, yasalardaki telif hükümleri hatırlatılıyordu.

Deneyimli sanatçı mesajı okur okumaz seslendirdiği Aziz Nesin’in tüm öykülerini kanalından kaldırdı.

...

Öyle anlaşılıyor ki Nesin Vakfı yöneticileri, yapılan seslendirmeler nedeniyle Aziz Nesin’in kitaplarının satışının azalacağını, dolayısıyla Vakfa yeterince gelir sağlanamayacağını düşündü.

Bana kalırsa yanılmışlar.

Aziz Nesin’in öykülerini Levent Dönmez’in sesiyle dinleyenler ünlü yazarın eserlerine kesinlikle daha fazla ilgi gösterirlerdi.

Bir de şu var:

Tamam, yaşı 40’ı, 50’yi geçenler için Aziz Nesin çok iyi tanınıyor da, genç kuşaklar için aynı şeyi söylemek mümkün mü?

O gençler ünlü yazarı dijital ortamda yakından tanıyabilir ve bunun ardından kitaplarını keşfedebilirdi pekâlâ.

Hayatı boyunca yasaklarla mücadele eden Aziz Nesin yaşasaydı, eminim ki eserlerini son derece başarılı bir şekilde seslendiren sanatçıya bırakınız yasak getirmeyi içtenlikle teşekkür ederdi.

Örnek var, uyan yok!

Geçen hafta Japonya’nın Miyazaki ve Kagoshima eyaletlerinde 7.1 şiddetinde bir deprem oldu.

Televizyonda izledim, deprem nedeniyle trafikte ilerleyen araçlar durdu, sürücüler ve yolcular sarsıntının geçmesini sakince bekledi.

İş yerlerinde, kütüphanelerde ve kafelerde olanlar paniğe kapılıp dışarı filan kaçmadı, başlarını tutarak masaların altına girdi.

Marketlerdeki raflardan birkaç ürün yere düştü.

Afetle ilgili bakanlıktan yapılan açıklamada tsunami tehlikesine dikkat çekildi, deniz kenarındaki binalarda oturanların üst katlara çıkması istendi.

Depremde can kaybı olmadığı sadece 9 kişinin yaralandığı bildirildi.

Yıkılan ya da hasar alıp yıkılma tehlikesi olan bina yoktu.

Sarsıntının bitmesinin ardından hayat hızla normale döndü.

...

Aynı şiddetteki bir deprem bizim deprem riski olan kentlerden birinde olsaydı neler olurdu acaba?

Şimdiye kadar birçok depremde yaşadıklarımızı bir kez daha yaşardık kuşkusuz.

Sarsıntı başlar başlamaz yüzlerce kişi kurtulmak için pencerelerden ya da balkonlardan aşağıya atlardı.

Binlerce bina çocukların yaptığı lego evler gibi yıkılırdı.

Yıkılan binalar nedeniyle enkaza ulaşmak bile saatler hatta günler alırdı.

Derin sessizliği ya ağıtlar ya da enkazda yakınlarını arayanların “Sesimi duyan var mı!” çığlıkları bozardı.

Enkazdan günler sonra bile ölenler ve yaralananlar çıkarılırdı.

Depremden sağ kurtulanların barınma, beslenme gibi ihtiyaçlarının karşılanmasında ciddi sıkıntılar yaşanırdı.

Yetkili makamlar taziye mesajları yayımlamakta her zamanki gibi son derece mahir olur ama ölen ve yaralananları bile doğru düzgün sayıp açıklayamazdı.

Birçok partinin sözcüsü de geçen depremlerde yaptıkları konuşmaları dosyalarından çıkarıp aynen tekrarlardı.

Deprem uzmanları televizyonlarda yeniden boy göstermeye başlar, “Türkiye’de deprem sorunu yok çürük yapılan bina sorunu var. Japonya modelini benimseyip binaları çimentosundan, demirinden çalmadan modern teknolojiye uyarak yapmalıyız” derler ama kendilerini yine kimse dinlemezdi.

...

Son sözüm bir soru:

Deprem konusunda Japonya’nın başarılı modelini benimseyip uygulamak için daha kaç depremde yıkılıp kahrolmayı bekleyeceğiz?

Yazarın Diğer Yazıları