Türk destanları yazı dizisi 7 Ergenekon Destanı

Ergenekon Destanı Asya’nın sözlü destan geleneğinin
bir sonucu olarak orta Asya’da ortaya çıkmıştır.
Her Türk ve Moğol destanı gibi tarihsel süreçte
bir dayanağı bir gerçeklik payı bulunana bu destanda anlatılanlar
geçmişte yaşanmış olaylara ışık tutacağı gibi
destandaki sözlü unsurlarla o toplumların sinesinde
bu yaşanan unsurların nasıl yankı yaptığı öğrenilebilir.
Bu destanı yazılı olarak günümüze ulaşan nüshaların, iki kaynağı vardır.
Bunlardan ilki 14. yy.da İlhanlı veziri Reşideddin’in "Cami-üt Tevarih" adlı eseridir.
İkincisi ise Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın "Şecere-i Türk-i" adlı eseridir.
Şecere-i Türk-i’de yazılanlar Cami-üt Tevarih’tekinin kopyası niteliğindedir.
Moğol hakimiyeti döneminde yazılan bu eser
Ergenekon’u Moğollaştırmıştır.
Reşideddin’e göre "Kon" kelimesinin anlamı "dağ beli, geçit" demektir.
"Ergene" ise "sarp" anlamına gelen bir sözcüktür
(Mehmet Bahaeddin Ögel, 1971, s. 62)
Bu en basit tanımlardandır. Cami-üt Tevarih’in girişinde de söylendiği gibi
Moğol boyları, genel olarak Türk boylarının bir bölümüdür.
Bu her iki kavminde, şekilleri ve dilleri birbirine benzer.
Reşideddin’in ifadeleri kendi dönemindeki Moğol hâkimiyetini
Türkler üzerinde daim kılmayı amaçlamış,
o döneme ait bu kaynak eserde Türklerle Moğollar sanki aynı milletmiş gibi ifade edilmiştir.
Halbuki biz bilmekteyiz ki günümüz filolog ve
antropologlarının çalışmalarında göre;
Türkler ve Moğollar farklı dil grubuna sahip iki ayrı millettir.
Reşideddin’in böyle yazmasının sebebi
Pasifikten Anadolu’ya kadar genişleyen Moğol Devletinin asli tebaasın
Türklerden oluşmasıdır.

Reşideddin’in Moğol veziri olması hasebiyle bizce bu husus doğru değerlendirilmelidir.
Birtakım tarihçilere göre Reşideddin destanlarda geçen
bütün isimleri değiştirmek suretiyle
Moğol hâkimiyeti döneminde
Türklere ait bu destanı Moğollara mal etmeye çalışmıştır.
Reşideddin ve Ebu’l Gazi Bahadır Han,
Moğolların Ergenekon’dan çıktıktan sonra padişahlarının
Börteçine olduğunu ve bunun bir şahıs adı olduğunu söylemişlerdir.
Lakin Börteçine, bozkurt anlamına gelmektedir.
Öte yandan Türk Tarihçisi Ahmet Taşağıl’a göre;
Göktürk kaynaklarında “Batı denizinin sağında,
yani batısında veya kuzeyinde otururlardı”
ve
Batı denizinin kuzeyi, batı tarafları ile
Altay Dağları’nın güneyinde yaşarlardı”
kayıtları vardır.
Aslında kaynaklarının hemen hepsinin büyük bir önemle
işaret ettikleri bölge merkezi oluşturmaktadır.
Bu durum daha sonra bahsedilecek olan Ötüken’in
267 kilometre batısındaki yer
ruhlarına kurban sunulan yer ile de tamamen uyuşmaktadır.
Diğer taraftan arkeolojik araştırmalarda ele geçen malzemeler
Altay Dağları’nın güney eteklerinin M.S 450’li yıllardan itibaren
Gök-Türklere yurt vazifesini yaptığını teyit etmektedir.
Buna göre bu destanın konusu bu coğrafyada geçmiş olabilir.
Bu görüş 1. Gök-Türklerin yıkılmasının ardından düşmanlarına yenilen Türklerin
Kutluk Kağan önderliğinde düşmanlarını yenerek kurduğu
2. Gök-Türk Devleti olma ihtimali olduğu gibi anlatılan olaylar,
yani alınan mağlubiyetin ardından alınan zafer destana uymaktadır.
Ergenekon destanında Türkler için önemli bir maden olan
demir motifi bulunmaktadır.
Göktürklerin siyasi tarihinde belirttiğimiz gibi
Göktürkler Avarların himayesinde demircilik ile meşgul oluyorlardı.
Türkler demir işçiliğinde usta idiler ve
bu durum destanlarında da yer almıştır.
Aynı şekilde Oğuz destanında da gergedanı öldüren
Oğuz “Kargınım demirden olsa(olduğu için)” sözü ile demire vurgu yapmıştır.
Ergenekon Destanı’nın geniş metni şöyle:

Türk illerinde Göktürklere baş eğmeyen bir yer yoktu.
Bunu kıskanan yabancı kavimler, birleşerek Göktürklerin üzerine yürüdüler.
Maksatları öç almaktı.
Göktürkler, çadırlarını ve sürülerini bir yere topladılar.
Çevresine hendek kazıp beklediler.
Düşman gelince, vuruşma da başladı.
On gün vuruşuldu.
Sonunda Göktürkler, üstün geldi.
Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri,
av yerinde toplanıp konuştular.
“Göktürklere hile yapmazsak sonunda işimiz yaman olur” dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
Göktürkler, “Bunların vuruşma gücü bitti, kaçıyorlar!” deyip, arkalarına düştüler.
Düşman, Göktürkleri görünce, birden döndü.
Gafil avlanan Göktürkler, yenik düştü.
Hepsi teker teker öldürüldü.
Çadırları alındı.
Bir tek ev kurtulamadı.
Büyüklerinin hepsi kılıçtan geçirildi.
Küçükleri kul yapıldı.
Göktürklerin başında, İl Han vardı.
Çocukları çoktu.
Fakat bu uğursuz vuruşmada, bir tanesi dışında, hepsi öldü.
“Kayı” adını taşıyan bu oğul, o yıl evlenmişti.
İl Han’ın, “Dokuz Oğuz” adında bir de yeğeni vardı.
Kayı ile Dokuz Oğuz, düşmana esir düşmüşlerdi.
Fakat on gün geçmeden bir gece, ikisi de kadınları ile atlara atlayıp kaçtılar.
Esirlikten kurtuldular.
Göktürk yurduna geldiler.
Burada düşmandan kaçıp gelen birçok deve, at, öküz ve koyun buldular.
“Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman, dediler;
gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım!”

Sürülerini alıp, dağa doğru göçtüler.
Geldikleri yoldan başka geçilecek yeri olmayan bir ülkeye vardılar.
Bu yol öyle sarptı ki, bir deve veya at güçlükle yürürdü.
Ayağını yanlış bassa param parça olurdu.
Göktürklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler,
meyveler, ağaçlar ve avlar vardı.
Böyle bir yeri görünce, Ulu Tengri’ye şükürler ettiler.
Yeni ülkelerinin hayvanlarının kışın etini yediler; yazı sütünü içtiler.
Derisini giydiler.
Bu ülkeye, “Ergenekon” adını koydular.
İki Göktürk prensinin, zamanla Ergenekon’da Çocukları çoğaldı.
Kayı Han’ın çok çocuğu oldu.
Dokuz Oğuz Han’ın daha az çocuğu doğdu.
Çok yıllar bu iki hanın çocukları Ergenekon’da kaldılar ve çoğaldıkça çoğaldılar.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar fazlalaştı ki,
Ergenekon’a sığışamaz oldular.
Çare bulmak için, kurultay toplandı.
Dediler:
“Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış.
Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş.
Dağların arasından yol izleyip bulalım.
Göçüp Ergenekon’dan çıkalım.
Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim.
Düşmanla vuruşalım!"

Kurultay bu kararı alınca Göktürkler,
Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar, fakat bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki:
“Bu dağda demir madeni var.
Yalın kat madene benzer.
Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi!”

Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler.
Demircinin tedbirini beğendiler.
Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler.
Dağın üstünü, altım, yanım, yönünü böylece odun ve kömürle doldurdular.
Yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular.
Odun ve kömürü ateşleyip, körüklemeye başladılar.
Tanrı’nın gücü ve inayeti ile ateş kızdı.
Kızdıkça demir eridi, akıverdi.
Dağ delindi.
Bir yüklü deve yıkacak kadar yol oldu.
O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatinde Göktürkler,
Ergenekon’dan çıkmaya başladılar.
Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürklerde bayram günü oldu.
Her yıl o gün gelince, büyük törenler yapıldı.
Bir parça demir alınıp ateşte kızdırıldı.
Bu demiri önce Göktürk Hakanı kıskaçla tutup örse koyup, çekiçle döğerdi.
Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp şenlikler başlardı.
Ergenekon’dan çıkınca,
Göktürklerin ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi.
Göktürklerin Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi.
Bütün iller, Türklerin Ergenekon’dan çıktığını öğrenip baş eğdiler.
Büyük Türk Hakanı Börteçine’ye saygı sunup, ululadılar.
Kore’den Karadeniz’e kadar bütün ülkeler, yeniden Türk buyruğuna girdi.
Dört yüz yıl Ergenekon’da bekleyen Türkler,
eskisi gibi, dünyanın en büyük milleti oldular
."
(Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar)


Ergenekon’dan çıkış Nevruz günüdür.
Türkler, Ergenekon’dan çıktığı günü kurtuluş günü olarak tanımlar ve
Erkin Kün / özgürlük günü olarak kabul eder.

 

Yazarın Diğer Yazıları