Başöğretmen Atatürk ve 24 Kasım Öğretmenler Günü’nün hikâyesi
“Dünyada her şey için, maddiyat için,
maneviyat için, hayat için, başarı için,
en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir.
Bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak
gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır.
Türk, kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş,
nereden geldiği belirsiz birtakım başkanların
bilinçsiz vasıtası olmak durumuna düşmüştür.
Türk milleti kendi benliğini, kendi beynini,
kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve bütün varlığı ile herhangi bir amaca,
sonucu hor görülmek olan, esaret olan,
karşılık beklemeksizin köle olmaya götüren, değersiz bir hedefe sürüklenmiştir...
Bu yüzden her türlü yoksulluklara ve
mahkûmiyetlere uğramaktan kendini kurtaramadı.
Efendiler,
açıklamak istiyorum ki, ilk ilham ana, baba kucağından sonra
okuldaki eğitimcinin dilinden, vicdanından, eğitiminden alınır.
En önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir.
Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı,
yüce bir sosyal toplum olarak yaşatır veya bir milleti esaret ve yoksulluğa terk eder.
Efendiler!
Eğitim kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkartır.
Ayrıntıya girişilirse eğitimin hedefleri, amaçları çeşitlenir.
Mesela, dinî eğitim, millî eğitim, milletler arası eğitim.
Bütün bu eğitimlerin hedef ve amaçları başka başkadır.
Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’nin
yeni nesle vereceği eğitimin millî eğitim olduğunu kesinlikle
ifade ettikten sonra diğerleri üzerinde durmayacağım.”
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün
22 Eylül 1924 Pazartesi günü Samsun’da
öğretmenlere yönelik yaptığı konuşmadan bazı kesitlerle başlamak istedim.
Atatürk, liderlik vasıflarıyla doğmuş,
herkesin göremeyeceği şeyleri görebilen, ileri görüşlü ve bu sebeplerle de
“karizmatik” diye tavsif edilebilecek bir şahsiyet olarak
Türk milletine inanmış, güvenmiş;
Türk milleti de onun yeteneklerine inanmış ve güvenmişti.
Sabrıyla, bilgisiyle, ikna edici, öğretici yönüyle İstiklâl Savaşımızı ve
İnkılâplar sürecini ustaca yöneten, çok yönlü bir mücadele veren Mustafa Kemal Atatürk,
Türk milletinin öğretmenliğini yaptığı gibi bir eğitim bilimci olarak da
eğitim sistemimizin eksikliklerini tespit etmiş ve
eğitim düzenimize ilişkin çeşitli önerilerde bulunmuştu.
Mustafa Kemal Atatürk, 15 Temmuz 1921’de
Ankara’da İstiklâl Savaşımız sürerken,
Savaşa ve bütün maddî imkânların
düşmanı kovmak için kullanılması zaruretine rağmen toplanan;
eğitim kurum ve programlarında reform çalışmalarını başlatan
Maarif Kongresi’nde Türk öğretmen temsilcilerinin huzurunda
“millî, laik, akılcı, gerçekçi ve tecrübeci” eğitim sisteminden
şu sözlerle bahsetmişti.
“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin
milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim.
Onun için bir millî terbiye programından bahsederken,
eski devrin batıl inançlarından ve
doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden,
Doğudan ve Batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak,
millî ve tarihî özelliğimizle uyumlu bir kültür anlıyorum.”
Mustafa Kemal Atatürk, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutmakta.
Mustafa Kemal Atatürk, 1936 yılında Florya Köşkündeki toplantılardan birinde
“yiğitliğini, zaferlerini, inkılaplarını …” anlatan bir şiir yazan
Şair Behçet Kemal Çağlar’a:
“Olmamış, benim asıl bir niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın…
Benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir;
ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın!” demişti.
Atatürk’ün anlayışına göre eğitim tekrar vurgulamak isterim ki
“millî, laik, gerçekçi, tecrübeci” bir öze dayanmalıdır.
Cumhuriyetle birlikte tam “laik, millî” eğitim ve
öğretim sistemine gidilmek istenmişti.
Kültürün laikleşmesiyle batıl inançlardan uzak bir disiplin kurma gayesi güdülmüş;
millî eğitimde kişinin Allah ile ilişkileri kendi vicdanına ve takdirine bırakılmıştı.
Hem fikir hem de eylem lideri olarak Atatürk,
önceden kafasında tasarladığı fikirleri ve ilkeleri fazla zamanı da olmadığından;
kısa zamanda çok işler yapmaya mecbur kaldığından
hemen uygulamaya geçirerek başarılı olmuştur.
Çünkü gerçekleştirdiği her İnkılap, ani alınmış bir kararın ürünü değildir.
Her meselenin geriye doğru derinlikleri vardır.
Eğitim meseleleri de böyle oldu…
O döneme kadar çok kontrolü sağlanamayan yabancı ve
azınlık okulları Türkiye Cumhuriyeti’nin denetimine tâbi tutulmuştur.
Kanunun kabulünden bir süre sonra da medreseler kapatılmıştı.
Aslında Kanunda medreselerin kapatılmasına dair herhangi bir hüküm olmamasına rağmen;
Yüksek Diyanet uzmanları yetiştirmek üzere
İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları açılması öngörüldüğünden
medreselerin kapatılması doğal süreçte gerçekleşmişti.
Harf İnkılâbı ile Mustafa Kemal Atatürk kolay kullanılabilir, anlaşılabilir ve
öğretilebilir bir dil ile eğitimde ilerlemeyi hedeflemişti.
1 Kasım 1928 tarihli Kanun ile Latin temelli yeni bir alfabe kabul edilmiştir.
İlk kez Tanzimat döneminde tartışılmaya ve
2. Meşrutiyet döneminde Türkçülük akımının da etkisiyle çalışmalara başlanan
“Dilin ıslahı, Latin harflerine geçiş ve dilde sadeleşme” meseleleri
Atatürk’ün de 1928 yılına kadarki konuşmalarında sıklıkla vurgulanmıştır.
Aslında daha 1. Dünya Savaşı’nda Anafartalar’ın sert günlerinde
“yeni Türk Alfabesinin nasıl olması gerektiği” hakkında çalışmalarının olduğu bilinmektedir ki
Fransız Türkolog’u Deny’nin ve
Macar Türkolog’u Nemeth’in gramerini bu amaçla incelediği anlaşılmakta.
25 Ağustos 1928 tarihinde Ankara’da toplanan
O dönemde Öğretmenler Birliğinin Dördüncü Kongresi’nde öğretmenler,
“Son Türkü yeni harflerle okutup yazdırıncaya kadar
Büyük Kurtarıcı’nın açtığı bu yeni yolda sebat ile çalışacaklarına” ant içmişlerdir.
Harf İnkılabının gerçekleşmesinden sonra ise Atatürk,
yeni alfabenin yaygınlaşması yönündeki çalışmalara öncülük etti.
Halka okuma yazma öğretmek için 1928 sonlarında “Millet Mektepleri” kuruldu.
16-45 yaş arasında binlerce kadın ve erkeği
çatısı altına toplayan okullarda dersler genellikle akşam yapılmış ve dört ay sürdü.
Bakanlar Kurulu, 11 Kasım 1928 günü yaptığı toplantıda
Atatürk’e Başöğretmenlik unvanını verdi.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Millet Mektepleri Başöğretmenliği” unvanını
24 Kasım 1928 tarihinde kabul etti.
Başöğretmen görevi ile seyahate çıkan Atatürk,
Tekirdağ, Çanakkale, Maydos, Karadeniz şehirleri ile
Orta Anadolu’yu dolaşarak okullarda, meydanlarda, kahvelerde
kara tahtanın başına geçerek yeni Türk harflerini vatandaşlara öğretti.
1928 yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün
elinde tebeşirle başlattığı okuma yazma seferberliğinin yıllar geçtikçe hızı kesilmişti.
12 Eylül 1980 askerî harekâtından sonra,
“1981 yılının”; “Atatürk’ün doğumunun 100. yılı” olması dolayısıyla
tekrar bir okuma yazma seferberliğine girişilmişti.
Millî Eğitim Bakanlığı, Mustafa Kemal Atatürk’ün
1928’de Başöğretmen unvanını kabul ettiği tarih olan 24 Kasım’ı
“Öğretmenler Günü” olarak ilan etmişti.
Böylece Öğretmenler Günü, ilk kez 1981’de
Atatürk’ün doğumunun 100. yılında kutlanmış;
dikkatlerin öğretmenlik mesleğinin önemine yönelmesi amaçlanmıştı.
Son olarak Atatürk’ün 1923 yılında sarf ettiği şu sözlerle
öğretmenlik mesleğinin uluslararası alanda gördüğü itibarı
Türkiye’de de görmesi gerektiğine dikkat çekmişti.
“…Öğretmene ülkenin en ağır yükünü yükledik, ona en ağır sorumluluğu verdik.
Türk Milletinin geleceğini emanet ettik.
Bu görevi kendine hem bir meslek hem de
bir ideal sayacak öğretmenler tarafından
yapılmasını sağlamak için biz de bu meslekle ilgili istek ve
ihtiyaçları diğer bütün mesleklerden önce sağlamalı ve
öncelik sırasını bu mesleğe vermeliyiz.
Bu mesleği refah seviyesi yüksek bir meslek haline getirmeli,
güvence altına almalı, saygı değer makama oturtmalıyız.”
Bugüne baktığımızda ise durum Atatürk’ün yapmak ve
görmek istediğinden ne yazık ki çok uzaktır.
Yarınlarda O’nun yolunda ve O’nun izinde ilerlemek ümidiyle…
Mustafa Kemal Atatürk’ün
26 Ağustos 1928’de öğretmenlere hitaben söylediği gibi:
“Sizin başarınız, cumhuriyetin başarısı olacaktır.”