Âkif

Âkif’in Mısır gurbetinden sonra vatanına döndüğü ilk günlerde bir Hint racası da İstanbul’a gelmişti. Hint racasının İstanbul’a gelişine geniş sütunlar ayıran İstanbul matbuatı, Çanakkale Şehitleri ve İstiklâl Marşı’nın yazarı büyük Türk şairi Âkif’in yurda dönüşünü birkaç gün gecikmeyle ve küçük harflerle ancak iki üç satırla yazmıştı. Bir Hint racasının serveti, parlak zümrütleri ve elmasları, dilimize o elmaslardan ve zümrütlerden daha sanatkârane yontulmuş Türkçe ile daha kıymetle eserler veren Âkif’in sanatından ve mücadelesinden daha kıymetli görünmüştü.

Onuncu yüzyılda, Gazneli Mahmud döneminde yaşayan Firdevsî, İran’ı en büyük millî şairi sıfatıyla 1934 yılından itibaren görkemli törenlerle her yıl anılıyordu. Aynı şekilde Âkif’le benzer unutulmuşluğu yıllarca yaşayan, maddi zorluklar, polis takibatları ve cezaevi ile geçen yılların ardından Louis-Philippe tarafından küçük bir emekli maaşıyla ödüllendirilen Fransız millî marşı La Marseillaise’in şairi Claude Joseph Rouget de Lisle’in yüzüncü seneleri Fransa’da kutsanıyordu. Biri bin sene, diğeri yüz sene sonra onları koynuna alan toprak yığının önünde istisnasız koskoca İran ve koskoca kozmopolit Fransa diz çökerek yerlere kadar tazimle eğilmişti. Oysa Âkif’in cenazesine katılan üniversite öğrencileri idarehanelerde azarlanmış, haklarında soruşturma açılmıştı. Acaba bunun için mi mahcuptu ülke Âkif’e?

-----

O günlerin Cumhuriyet gazetesinde İhsan Unanar imzasıyla yayımlanan bir yazıda şunları yazıyordu: “Âkif’i defnettiğimiz günün sabahı idi. Tramvayda önümdeki sırada iki genç kız Cumhuriyet gazetesi okuyordu. Birisi başını kaldırdı ve arkadaşına ‘Aa! Bak Âkif ölmüş…’ dedi. Diğeri hayretle cevap verdi:

‘Âkif sağ mıydı?’

‘Bilmem, sağmış ki ölmüş!’

Düşündüm, bu muammayı o saatte çözmek mümkün olmadı.”

Âkif’in cenazesini kaldıran üniversiteliler arasında, Âkif’i kefenleyen ve cenazesinin başında asker selamı veren tıp fakültesi öğrencisi Tevetoğlu gibi bir Türkçü, gözyaşlarıyla İstiklal Marşı okuyan yüzlerce üniversite öğrencisi, kabri başında Kur’an okuyon Sadettin Kaynak, nutuk irat eden Türk Talebe Birliği’nden Abdülkadir Karahan ve büyük şairimiz Yahya Kemal vardı. Çıplak bir iskelete benzeyen tabutunu görünce işyerinden bayrakla koşup gelerek tabutunu örten lokanta sahibi Emin Erişirgil cenazeden dönerken Âkif’ten daha yaşlı iki adamın konuşmasına kulak misafiri olmuştu. Birbirlerinden destek alarak yürüyen bu iki ihtiyar biri şöyle diyordu:

“Ne Cenap var ne Süleyman Nazif ne Ali Ekrem… Onlar sağ olsalardı hiç Âkif’i bu kara yere defnettirirler miydi? Onun yeri Gelibolu’da Namık Kemal’in yanı idi. Hem orası Çanakkale’nin destanını yazan şaire ne kadar yaraşırdı!.. “

///

Yukarıdaki pasajlar, Adnan İslamoğulları’nın Kuyu’dan sonra edebiyatımıza kazandırdığı ve Külhan adlı klasik kalıplara sığmayan romanının girişinden…

Büyük şairin ölüm yıldönümünde herhalde en iyi şu satırlarla anlatılabilirdi: Siyaset oyunun tam ortasında durup da sadece memlekete ve amme hizmetine çalışan ve hiçbir oyunu göremeyen bir garip adanmışlığın timsaliydi. İstiklâl Marşı’nın yazılması için verilecek beş yüz lira ödül, yüzlerce şairin arasında yalnızca onu üzmüştü. İstiklâl Marşı’nın bir bedel mukabilinde yazılması fikrinin onun zihninde hiçbir karşılığı yoktu ve bunu anlayamıyordu, bir milletin marşı nasıl olur da para karşılığı yazılabilirdi?

///

Rahmet olsun Âkif’e ve milletimizin istiklâli uğruna ömürlerini sebil edenlere…

Yazarın Diğer Yazıları