Ahlat'a akan ırmak: Fırat

Kardeşlerin Yesi'den güneş getirseler sürer misin yaralarına? Yine tebessüm eder misin, "Namus gününde vurdunuz ama ben ölmedim" diyerek? Zemheriyi delen Altaylı bir kardelen gibi gülümser misin Cezayir mavisi göklere?

Şehadete koşarken o dizeleri mi söylemiştin yoksa, 'gelinlik tazelerin umudu kestiği gün'deki gibi: "Kışlanın ardında üç ağaç incir / Kolumda kelepçe boynumda zincir / Zincirin yerleri ne yaman sancır…" Şimdi peygamber aguşunda dindi mi acıların?

Bu toprakları yeniden Firdevs gibi Ahlat Ahlat vatan kılma adına… Dizgin kabul etmeyen atlar ve pınara inmeyi bekleyen ceylanlar adına… Namus adına, şeref adına… Sıddıklar ve sâlihlere arkadaş tayin edildiğin günün kırkında ne hissettiysek, kırkıncı yılında da onu hissedeceğiz… Şehadetin kutlu olsun, kutlu olsun, kutlu olsun…

***

"Fırat'ın kırkıydı o gün, yalnız akan Fırat'ın... 'Temayül' heyecanına denk gelmişti mâtemimiz!.. Tıpkı cenazenin 'provokasyon'a denk gelme ihtimali gibi!..

Şimdi bir türkü o; 'Hasta düştüm gelmedin/ Bari can verende gel' diye hüzünle mırıldanan... "Ben gidiyorum" diye diye gitti Fırat... Feryatlarını kimsenin duymadığı gün... 'Değirmen başında vurulup, kirli tütünlükle sarıldığı' gün... Artık 'al yeşil döksün annesi mezar taşına'...

Yıllarca 'ülkücü'yü çirkin suratlı, eşkıya görünümlü, odun deposunda veya hurdacıda toplanan, potansiyel suçlu gibi gösteren film sahiplerinin yüzüne tüküre tüküre gitti Yusufça güzelliğiyle...

Bir evin tek çocuğu, bir halkın tek devleti için şehit düştü... Ellerini kanla yıkayanlarla ortak kırk haramîler rejimi hüküm sürerken, kırk çeriden biri, kırkında şimdi...

O artık Hüseynik'ten yola çıkan bir ırmaktır, içten içe söylenen... Bir tel bekliyor Musul'da kardaşına... 'Böyle canlar teneşire konulmaz' diyen gönüldaşa bir mektup bırakarak akıyor: "Yazık oldu yazık, şu genç ömrüme / Bilmem şu feleğin bana kastı ne?"

Arda boylarında 'Buradan geçen bir atlı'dır o, kendi yalnızlığıyla baş başa: "Tabip yaramı elleme/ Yaramın vakti geçti/ Kurbanım her gelene/ Mezarımı yüce yapın/ Yavrularım gölgelene..."

***

Söz, 'hastane önündeki incir ağacı'na... Söz, 'kışlaların dolduğu gün'e, gidip de dönmeyen Urfa çetelerine... Söz 'kışlanın önündeki redif sesi'ne... Söz, 'Selanik içinde okunan selâ'ya... Söz, Fırat'ı ve kardeşlerini çıldırtan sahipsizliğe... Söz Ebu Zerr yalnızlığına...

Söz, "Uçurumun kenarındayız Hızır / Ben fakir / En hakir / Bin taksir/ Ateşten / Kalleşten / Mızrakla gürzden / Dabbet-ül arzdan / Deccal'den / Yedi düvelden / Korku nedir bilmeyen ben" diyene... Söz şaire "Başı kardır borandır / Bizi böyle eden derttir veremdir / Yaz bahar gelince mevlâm kerimdir" dedirten Bey Dağı'na...

"Su serptim ateş sönsün / Serptiğim su da yandı" diye seslenen Kerkükî yüreğe söz... Söz hep 'aşağıdan gelen mektep uşağı'na, söz Zöhre'ye... Söz 'Eledim eledim höllük eledim / Aynalı beşikte canan bebek beledim / Büyüttüm besledim asker eyledim / Gitti de gelmedi cânan buna ne çâre / Yandı ciğerim de cânan buna ne çâre' diyen analara...

Söz, 'demet demet kırmızı gül'e... Söz, gölgesi bu asra vuran "Hayallerim kan göllerine dalar/ bir yiğit görürüm ıslak kaldırımda/ ve ölümler, ölümler, ölümler/ Gözlerimin önüne kıpkızıl bir dünya serer... Kırmızı gül yârin dudağını hatırlatır on beşindeki gence/ Bizler hep ölümü hatırladık kırmızı denince...

Koştuk mu, koşturulduk mu/ bilmiyorum/ Ne yükler yüklendi çelimsiz omuzlarımıza/ Ama inandık asrın müjdecisi çocuklar olduğumuza/ Belki kırlarda çiçek toplayamadık/ Belki yârimiz olmadı çiçek verecek/ Ama ölümüne sevdalandık vallahi/ Vallahi solduk hasretin şiddetinden/ Çiçek çiçek..." dizelerine...

Bu devran böyle gitmeyecek, söz... Söz, Fırat'ın 'Değirmen başında vurulup, kirli tütünlükle sarıldığı gün'e... "

Yazarın Diğer Yazıları