Yeni bir şevk ile yeniden
Beşeri skor tabelasında ne yazarsa yazsın, yetim hakkı yemeyen kaybetmez… Mekke'nin fethinden sonra Kâbe'nin anahtar meselesinde olduğu gibi, emaneti gerekirse liyakatli müşriğe veren kaybetmez… Zalimin zulmünden değil, mazlumun âhından korkan kaybetmez…
İşte o yüzden Aliler kaybetmez… İşte o yüzden altın madalyasını nehre atan Ali kazanmıştı sonunda…
İşte o yüzden affınıza sığınarak içimden yeniden paylaşmak geldi: Bir Müslüman başkasına yapılan adaletsizlikten zevk alır mı? Ya da bir Türk, karşısında eli kolu bağlanmış birisinden kurtulunca bundan bir 'zafer tadı' çıkarabilir, sevinç nârâsı atabilir mi?
Karaktersizliğin karakter hâline geldiği bir iklimde, diğer ayrılıkların hiçbir anlamı kalmıyor... Boy-pos, din-iman, para-pul, boy-aşiret, hiç birinin ama hiç birinin eski değeri olmuyor karakterin yanında...
Muktedirler sayesinde çok şey elde edilebilir... 'Hizmet' karşılığında 'örtülü'den her türlü destek alınabilir... İyi de aynı 'örtülü'den eksiğe derman olacak şekilde 'kişilik' de alınabilir mi?
***
Yerde yatan çaresiz madenciye polislerin yanında tekme vurmayı yiğitlik zanneden bir kültür gelişti bu topraklarda... Ondan daha da kötüsü "Tekmene sağlık" başlıkları atılabilmesiydi...
Konu, hınç içindeki müşavirin savurduğu rugan tekmeler değil, bu topraklara özgü 'kavga kültürü'nün baskın siyasî anlayış karşısında yok olmasıydı... O zaman yazmaya çalışmıştım: Türk'ün kadim kavga kültürünün yazılı olmayan kuralları vardı... Düşene vurulmaz, kalkması beklenirdi... İki kişi kavga ederse üçüncü kişi ayırırdı... Karısının ve çocuklarının yanında hasımla kavga edilmezdi... Üç-beş kişi bir adamı dövmezdi... Kadınla kavga edilmezdi... Arkadan habersizce saldırılmazdı... Yaşça büyük olanın küçük biriyle kavga etmesi ayıp sayılırdı...
Her şeyi kuralsız hâle getiren bu çürümüşlük, tıpkı bulaşıcı hastalık gibi etrafına nasıl da karakteri kemiren mikrop yayıyor değil mi?
Zalime değil de zulmedilene bakarak, o zulmedilen kendisinden değilse keyif alan insanlar artıyor... Apaçık suç gerçekleşirken "Başkası yaparken iyiydi, sıra bizimkilerde" deyip onay veren sığ kafa her gün daha fazla prim yapıyor... Mazlumun ve zayıfın hakkını alamadığı bir dünyadan dert edenler azalıyor... 'Kurallı-kuralsız, meşru-gayrimeşru' fark etmiyor, yenen 'biz' olduktan sonra, yöntem ne kadar adice olursa olsun zevk alanlar çoğalıyor...
Karanlık ve sessizlik, uygun ortam sağlıyor diye düşünenler olabilir... Ama Stendhal'ın tarihî ikazına da kulak vermek lâzım: "İnsan sessizlik içinde her şeyi kazanabilir, karakterden başka..."
***
Bizler İngiltere-Kamerun maçında hep Kamerun'u tuttuk... 'Beyaz adam' yine yenecekmiş diye hiç umursamadan...
Fraizer veya Foreman karşısında Muhammet Ali'yi desteklemek için sabahlara karşı toplu hâlde televizyon karşısında bekleştik... Çünkü o Cassius Clay değildi artık... O bundan sonra Ali'ydi ve Vietnam savaşına gitmeyi reddettiği için şampiyonluğu geri alınmıştı... Uğradığı saldırılar karşısında dayanamayıp, ABD adına kazandığı altın madalyasını Ohio nehrine atan bu adam, haksızlıkla kaybettiği ne varsa yumruklarıyla dövüşe dövüşe yeniden kazanacaktı...
Aslında önemli olan kazanmak veya kaybetmek değil ki... Önemli olan kazanırken 'adalet'le kazanmak, kaybederken de 'asalet'le kaybetmek... Kerbela'da Hz. Hüseyin gibi, Plevne'de Gazi Osman Paşa gibi, Çeğen tepesinde Enver Paşa gibi... İşte bunun için hep "Yenilmek bir 'son', yenmek de 'mutlak zafer' anlamına gelseydi, bugün gönlümüzde yaşattığımız Hz. Hüseyin değil, Yezid olurdu" demek gerekiyor...
***
Makamlar nedir ki? Yeryüzündeki hangi makam haksızlık karşısında susmayanların makamından üstün olabilmiş? 'Hasmının bile saygı duyacağı bir mücadele insanı' olabilmekten daha fazla hazzı insana hangi galibiyet tattırabilir?
'Hükmen galibiyet', aklın, bileğin ve yüreğin galibiyeti değildir, ancak hükmedici beşerlerin takdiridir... O takdire sığınmak ve ondan 'zafer tadı' çıkarmak ne kötü bir akıbettir...