Telekulak masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken... diye başlamış masalcı başı ama, günün olaylarından zihni o kadar karışıkmış ki esas masalına devam edememiş.
Meğer masalcı başının memleketinde kulağı uzun mu uzun, Telekulak adlı bir adam yaşarmış. O kadar uzunmuş ki kulağı, telefon telleri gibi her tarafa uzanıp herkesi dinlermiş. Bu yüzden ona Telekulak adını vermişler. Aslında Uzunkulak diyesilermiş ama başka türlü anlaşılır diye korkmuşlar da Telekulak demişler. Bütün merakı Telekulak’ın, herkesi dinlemekmiş. Ne kadar uzakta da olsa insanları dinler, konuşmalarından, onların hangi oyunlar içinde olduğunu anlar; sonra da tutuklarmış. Kulakları uzadıkça aklı kısalırmış. İnsanlar memleket dese o felaket, Atatürk dese aman ürk anlarmış. Kalkın, gidelim deseler, o kalkışın devirelim dediklerini sanırmış. Böylece tutuklamadığı adam, tutuklamadığı kadın kalmamış.
Aslında Telekulak’ın pek de suçu yokmuş; çünkü o da emir kulu imiş. Emirleri ülkenin başlarından alırmış. Ülkenin iki başı varmış. Biri sorumluların başı imiş, biri sorumsuzların başı. Bunlar çevrelerinde akıllı adam, akıllı kadın istemezlermiş. Sorumsuzların başı, çevresinde kimsenin akıllı olmasını istemediği gibi kimsenin mutlu olmasını da istemezmiş. İçinde “mutlu” kelimesi geçen cümleleri yasaklamış. Hiç kimse “ne mutlu...” diye başlayan cümle kuramaz olmuş. Sorumluların başı ise fıkralara ve karikatürlere takmış. Hiç kimse temel fıkrası anlatmasın diye buyruk vermiş. “Benim doğduğum yerde herkesin adı Temel; Temel deseler ben sanıyorum ki başım kel” diyormuş da başka bir şey demiyormuş. Karikatür çizilince “beni kesecekler kıtır kıtır” diye düşünür; memlekette ne kadar karikatürist varsa hapsedermiş. Sadece bir karikatürist hapisten kurtulmuş. Demiş ki sorumluların başına, “etme can, yapma can; bu can sana kurban; benim karikatürlerim kıtır kıtır kesmez; taze hıyar gibi kütür kütür yenir; hem de benim karı katır gibi sana hizmet eder.” Sorumluların başı “tamam” demiş; “sen de karikatür başı ol; karın da bizim meclislere gelip hizmet etsin.” Böylece cancan karikatürist kurtulmakla kalmamış; aynı zamanda karikatür başı olmuş.
Sorumsuzların başı ile sorumluların başının emri altında Telekulak ne yapsın? Kulağını uzattıkça uzatmış; aklını kısalttıkça kısaltmış. Sudan nem, davalardan yem kapmış. Sorumluların başı da bir gün “benim de kulağım uzun; ben de bu davaların telekulağıyım” demesin mi? Bizim Telekulak’ın keyfine payan, haddine payanda yokmuş artık. Telekulak’ın aklı kısaldıkça dinlediğini duymaz, duyduğunu anlamaz olmuş. Tam bu sırada ak saçlı yazarın biri de bir bomba patlatmasın mı? Ardından bir bomba daha! Vay sen misin bomba patlatan?... Yazar hem bombayı patlatırmış; hem de “ben her zaman beş bombacıyı nereden bulacağım?” diye gazetesinde yazarmış. Doğrusu bunca görmüş geçirmiş, bu kadar saçları ağarmış bir yazarın da aklının bu kadar kısalacağını hiç kimse akıl edememiş. Telekulak ise “işte” demiş, “bak, sen beşinci bombacıyı da arıyorsun; hem bombalıyorsun; hem gazetende yazıp itiraf ediyorsun.” Zavallı yazar “yahu ben espri yapıyorum” diye çırpınsa da Telekulak anlamamış. Bir gece ansızın ak saçlı yazarın kapısına dayanıvermiş. Dedim ya, Telekulak’ın bu işte suçu yok. Sorumluların başı fıkraları, karikatürleri yasaklayınca o ne yapsın? Adam şakadan, espriden nasıl anlasın? Zaten kulağı uzadıkça aklı kısalmış. Olan da ak saçlı yazara olmuş. Yalnız ona mı? Memleket diyen de yanmış; aman dikkat et diyen de. Tam da burada masalcı başı uyanmış. “Aman” demiş kendi kendine, “fıkranın, karikatürün yasaklandığı memlekette ben de tutmuş masal anlatıyorum.” Uyanmış ama geç kalmış. Telekulak ne zamandır onu da dinliyormuş. Masalcı başıyı da bir dalganın içine atıvermiş.