Geleneğin tadı acıdır
Büyük Anneanne, kahveyi öğütülmüş olarak bulundurmazdı. Daima çekirdek halinde ve nemden korumak için bez bir torbada saklardı. Misafirleri geldiği zaman, titreyen elleriyle torbanın içinden bir miktar kahve çekirdeği alır, üstü kapaklı tavasına kor, kış aylarında mangalda, yazları ispirto ocağında kavururdu. Biz onu bahar ve yaz aylarında ziyaret ettiğimizden olacak en çok ispirto ocağında kahve kavuruşunu hatırlıyorum. Önce havayı keskin bir ispirto kokusu doldururdu. Bu koku çabucak dağılır, ardından çok yoğun hatta insana sarhoşluk veren bir kahve kokusu her yanımızı sarar adeta genzimizde konaklardı! Kavurma işlemi bittikten sonra tek bir zerre bile ziya edilmemek şartı ile kahve, pirinçten el değirmenine aktarılır ve çekilirdi. Çünkü her kahve çekirdeği kabuğu, pişmiş kahvenin üzerindeki köpüğün fazlalaşması ve kremamsı bir kıvamla damağa lezzet bırakması demekti.
Değirmenin ayarını, sanıyorum dibekte dövülmüş kahve kıvamında olması için gevşek bırakırdı. Sonra kaynatılıp dinlenmeye bırakılmış, Pınarbaşı suyu cezveye boşaltılır, eğer varsa (!) miktar-ı kifâye şeker ilave edilir ve kahve suya katılır, titreyen ellerle karıştırılırdı. Eğer kahve mangalda pişiriliyor ise mangalın külleri deşildikten sonra, cezve yarı beline kadar küle gömülür, bu arada Tekel’in tütününden sigara sarılırdı. İlki hemen kahve olana kadar içilir, diğerleri fincanlara boşaltılacak kahveyi beklerdi.
Büyük Anneanne, Kahramanmaraş’ın ilk ve son Mevlevi Şeyhi Selim (Yaman) Dede’nin son eşiydi. Uzun, karışık bir yüzü, ak şeşinin altından sağa sola saçılan bembeyaz saçları vardı. Üç çocukla onu bırakıp ebedi hayata göçen şeyh kocasının acısını, yüzünde ve hüzünlü gözlerinde görebilirdiniz. Onu her zaman çok yaşlı ve büyük bir hüzün abidesi olarak hatırlıyorum. Hatta hüzün eğer cisimleşmiş olsaydı, mutlaka Büyük Anneanne suretinde görünürdü, diye düşünürüm.
Büyük Anneannenin ne kadar önemli olayların şahidi olduğunu yıllar sonra öğrendim. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın Cumhuriyet’in Kuruluşu’nun 50. yılına armağan edilen Şiir Tahlilleri kitabı bir keşif yapmama sebep olmuştu. Bir akşam vakti, Ulu Cami ve Maraş Kalesi manzarası karşısında, çocukluğumun en güzel zamanlarını yaşadığım Ali Dedemin evinde, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirini okurken yapmıştım keşfi. Böyle bir atmosferde, birden bire, ‘Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın acıklı hikâyesi ile karşılaşmam, hayatımın en ilginç tesadüflerindendir…
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, yani üvey “Büyük Dayı” ile karşılaşmam elbette beni derinden etkilemişti. Nasıl bir heyecan fırtınası estirdiysem aile bir araya toplandı ve Han Duvarları şiirini baştan sonra dinlemek zorunda kaldı. Şiir bittikten sonra, anneannem Hatice Hanım’ın gözlerinden iplik iplik yaşlar geldiğini fark ettim. Bir müddet sonra, Han Duvarları şiirinde hikâyesi anlatılan Satılmış'ın yani “Mehmed’in üvey ağabeyi olduğunu, ilk gençliğinde Şıh Turan Mahallesi’nde bir kıza sevdalandığı için doğum yeri Şam olan babası Şeyh Selim Dede tarafından Şam’a okumaya gönderildiğini, daha sonra Maraş’a geri dönemeden Birinci Dünya Harbi’ne katıldığını, geri döndüğünde ‘ince ağrıya’ yakalandığını” anlattı. Dr. Said Emirmahmutoğlu’nun, Mehmed Yaman’ı, yani Maraş Mevlevihanesi kurucusu Şeyhi Selim Dede’nin üvey oğlu Satılmış'ı, İstanbul’da Gureba Hastanesi’nde görüp konuştuğunu da anlattı.
O akşam yemek vaktinin sarkmasına sebep olan bu acıklı hikâyenin ucunu kırk yıl boyunca hiç bırakmadım. Dr. Said Emirmahmutoğlu ile görüştüm: Doktor Bey, asistanlık yıllarında ‘Şeyhim’in oğlu’ diye söz ettiği Mehmed ile hastanede gerçekten karşılaşmış ve onun verem olduğunu kendi ağzından dinlemiş…
Büyük Anneanne, evet nasıl büyük bir kadındı! Bir imparatorluğun çöküşüyle birlikte, üvey ve öz evlatlarının gözleri önünde birer yaprak gibi düşmelerini, bir imparatorluğun en büyük manevi kurumlardan biri olan Mevleviliğin diğer tarikatlar gibi lağvedilişini ve daha neleri yaşamıştı… Büyük Anneanneye kala kala bir zamanlar Mevlevi Dergâhında yaşanan kahve seremonisinden başka bir şey kalmamış gibiydi. O büyük ve büyülü geçmiş artık iyice fakirleşmişti, dibekte dövülen kahvenin yerini pirinç el değirmeninde çekilen kahve almıştı, belli ki çok şeyini kaybetmişti ama özünü hiç yitirmemiş kahve geleneğinde yaşıyordu… Evet, onu gözlerimle gördüm, dokundum, kokladım, tattım! Büyük Anneannenin titreyen elleri ile kavurup, el değirmeninde çektiği ve mangala sürüp pişirdiği kahveden defalarca tattım hem de. Acıydı ama bu geleneğin tadı, geleneğin lezzetiydi…
İşte yukarıda posteri bulunan Kurgu ve Gerçek (Maraşlı Şeyhoğlu) belgeselim bir bakıma onun kızlarına, onların da bana aktardığı aile hatıralarından doğdu. 9 Mart’ta Kahramanmaraş Necip Fazıl Kültür Merkezi’nde ilk gösterimi yapılacak belgeselin tadı da tıpkı Büyük Anneannemin kahvesinin tadı gibi acı olacak…