"Geleceğinizi biliyordum"
Daima 'beklenen olmak' hangi ölçü birimiyle anlatılabilecek bir büyüklüktür? Tufan Gündüz Hoca televizyonda anlatmıştı… "Türk, 'yardım götüren' değil 'beklenen'dir" derken nasıl da ağlatmıştı o Bosnalı yaşlı teyzenin sözleriyle herkesi?
Hatırlatalım isterseniz: Türk subaylarının Bosna'da uzak bir dağ köyünde yalnız yaşanan yaşlı bir teyzeye yardım götürmesini aktarmıştı Hoca… Hikâye Bosna'nın bir dağ köyünde yaşanmıştı…
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne mensup subaylar, bir dağ köyündeki teyzenin evine yardım götürüyorlardı… Eve giden araba yolu olmadığı için subaylar paketleri omuzlarında taşıyorlardı… Subayları evinin kapısında gören yaşlı kadın sormuştu "Türk müsünüz?" diye… Bizimkiler 'evet' deyince, yaşlı kadının zamanları ve mekânları kuşatan iki kelime dökülmüştü dilinden: "Geleceğinizi biliyordum…"
'Geleceği bilinen olmak' olmak, Türk'ü tanımlayan ne muhteşem bir nitelemeydi…
Bir başka örnekte olduğu gibi: Çanakkale'de yoğun ateş altında siperden çıkıp, kurtaramayacağını bile bile, üstelik ölme riskini göze ala ala yaralı arkadaşına yetişmek, onun ölmeden önceki 'geleceğini biliyordum' sözlerini duymak ve bu sözleri dünyalara değişmemek hakkıyla nasıl anlatılabilirdi?
Başka örnekleri de sıraladıktan sonra kendimce özetlemiştim: "İzzetli bir hayat, 'geç kalınmış', 'hiç gidilmemiş' veya 'hiç verilmemiş' randevuların toplamı olamazdı… Orada olmak... Olunması gereken yerde olmak… Beklenen olmak… Geleceği bilinen olmak…
Ne mutlu hep olması gereken yerde olanlara ve öyle kalmak isteyenlere…"
***
Bugün Ankara'da 'beklenen' bir belediye var… "Bana yetişecek kimse yok mu?" diyenin, her dara düşenin başını kaldırdığında karşısında gördüğü, derdini paylaştığı bir belediye…
Belediyeciliği betonla, demirle, plastikle sınırlayanların, belediyeciliğin sosyal yönünü, dayanışma ruhunu ıska geçenlerin pek anlamadığı ve asla anlayamayacağı bir zihniyet… Anlayamadığı için de 'algı edebiyatı'yla artan popülariteyi bastırabileceğini zannediyor…
Oysa betona ve plastiğe değil, ruha işleyen samimi işçilik söz konusu… 'Adaletine güvenilir olmak', 'beklenen olmak', 'yetişeceğine inanılır olmak' bunlar ne algıyla, ne parayla, ne siyasî dayatmayla başarılabilir…
Bunun için ayrımcılığa prim vermeyen bir inanç, kul hakkına sadakat, yaraları birlikte sarma duygusu, ortak akıl ve şeffaflık gerekiyordu… Başarılan da oydu…
Eğer bir beldede oy veren de vermeyen de 'adil hizmet'ten şüpheye düşmüyorsa, o 'beklenen'e güveniyor ve ayrımcılığın mağduru olmayacağına inanıyorsa, bir zihniyet devrimi gerçekleşmiş demektir…
***
Bugün Ankara'da oy vermediği için mağdur edilen bir köy veya belde yok… Tam tersine çok oy verdiği için pozitif ayrımcılığa tâbi tutulan bir köy veya belde de yok… Ankara'ya yapılabilecek en büyük hizmet, fitnenin ve ayrımcılığın yok edilmesiydi… Yerle bir edildi…
Mansur Yavaş için en kıymetli soru şuydu: "Dara düşmüş ve "Bana yetişecek kimse yok mu?" karamsarlığına kapılmış her hangi bir vatandaşımızın aklına artık Ankara Büyükşehir Belediyesi geliyor mu? Belediye olarak biz bu derde yetişebiliyor muyuz?"
Yani 'beklenen' miyiz?
İşte biz bu sorulara cevap veremeyeceği zaman uykuları kaçacak, üzülecek, yüzümüz kızaracak bir anlayış yönetiyor Ankara'yı… Şehri griye boyayamadığı, eşe, dosta, örtülü ortağa yetişemediği zaman değil, dardaki vatandaşa yetişemediği zaman görevimizi yapmamış sayacak bir anlayış…
"Hiç şüphe yok ki, kul hakkı, imar baronlarının, belediye kaynaklarını peşkeş çekenlerin, belediyeyi eşe dosta yağmalatanların haklarından üstündür… Bizim sadakatimiz, işte o kulun, o yetimin hakkına sadakattir…" diyebilen bir anlayış…