Gazeteci avı!
Türkiye’de uzun süredir devam eden soruşturmalar, aramalar, gözaltılar, ucu açık tutuklamalar, basın özgürlüğünü yok etmiştir. Çünkü, devlet erkini kullanan güçlerin hukuk dışı uygulamalarını yazmak, tutuklanmayı göze almak demektir. Gazetecilere açılan binlerce dava, zaten otosansüre sebep olmuştur. Bir gazeteci, yazı yazdığı için yargılandığı bir konuda nasıl tekrar yazabilir?
Yargı gücünün, devlet içinde bir grup tarafından basın üzerinde susturucu olarak kullanılmasına rağmen, Hrant Dink cinayetinin perde arkasını araştırmak ve bu operasyonda kullanılan devlet görevlilerinin suçlarını deşifre etmek gibi gazetecilik olaylarına imza atmak, “Silivri’de tecrit hücrelerine kapatılmayı göze almak” anlamına geliyor.
İşte Nedim Şener’in başına gelenler..
***
Başından beri iddia ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesini bütün boyutları ile ortaya çıkarırsa Türk Milleti’ne karşı ters operasyon yapan bir çeteyi deşifre etmiş olur ve benzer olaylardaki bütün gerçekler ortaya çıkar!
Hrant Dink, Rahip Santoro ve Malatya’daki misyonerlerin öldürülmesi, birbirini takip eden, “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” diye nitelendirebileceğimiz olaylardır.
Amerikan ve dünya kamuoyu, ikiz kulelere yönelik saldırılardan sonra nasıl Afganistan ve Irak işgallerine onay vermişse, bu cinayetlerden sonra da Türk kamuoyunda en azından bir tereddüt meydana getirilmiş ve olayların faturası ulusalcılara kesilmiştir.
Oysa 11 Eylül olayını yaptığı iddia edilen El Kaide örgütü, CIA’nın kurduğu ve halen kullandığı bir örgüttür. Gerçekte ortada bir örgüt de yoktur. CIA’nın istediği zaman kullandığı sözde İslâmi gruplar vardır.
Nedim Şener ortaya çıkardı ki Türkiye’deki cinayetleri, devlet içinde bir çete işletiyor!
Yani faturayı ulusalcılara kesmeye karar verenlere, bir bahane gerekiyordu. Hrant Dink cinayeti ile bu iklimi oluşturmaya başladılar. Ardından diğer cinayetler de gelince, psikolojik operasyonda görev alan basın, bu olaylarda sorumluluğu bulunan devlet görevlilerini bir kenara bırakıp, hiç ilgisi olmayan insanlara yönelik bir iftira kampanyası başlattı. Mahir Kaynak’ın dikkat çektiği gibi: “Son darbe iddialarının bir özelliği var. Bununla ilgili deliller devletin bir kurumu, yani polis veya istihbarat tarafından mahkemeye sunulmuyor. Bilinmeyen bir odak son derece yaygın ve etkili bir biçimde bilgileri toplayıp önce basına sızdırıyor, sonra bunlar delile dönüşüyor. Bu, iddiaların geçersiz olduğu anlamına gelmez ama devletin dışında bir gücün ülkeyi yönlendirdiği sonucu çıkabilir.”
Yargı organları, soruşturmayı bu yönde de sürdürmeliydi. Oysa bugüne kadar yapılanlar, yargının da Amerika’daki gibi basın yoluyla yönlendirilebildiğini göstermektedir.
***
Gazeteci Müyesser Yıldız’ın, mahkeme kararı olmadan telefonunu dinlettiği iddiasıyla Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’ün yargılanmasını sağlayan bir kişi olduğu da biliniyor. Nitekim CHP’li Yılmaz Ateş, “Normalde Basın Kanunu’na göre bir suç varsa dava açılması lazımdı. 4 aydır hiçbir şey yazmayan bu hanımefendinin halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği ifade ediliyor. Ortada bir suç yok. Delil yok. Orta Doğu’da diktatörlükler yıkılıyor ama Türkiye’de hızla diktatörlüğe doğru gidiliyor” dedi.
Artık operasyonlar, cadı avına benzer şekilde, gazeteci avına dönüşmüştür. Gazetecilik mesleğinin gerektirdiği telefon görüşmeleri bile örgüt üyeliğinden tutuklanmak için delil olarak kullanılıyor. Gazeteciler artık telefonla görüşmeye korkuyor. Böyle bir ülke, hukuk devleti olabilir mi?..