Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Coşkun ÇOKYİĞİT
Coşkun ÇOKYİĞİT

Çağrışımlar

Cafe sıfatlı yeme içme mekânlarında epey zamandan beri ilginç bir alışkanlık peydahladım. Yanımda yöremde market sıfatlı bakkaliye, züccaciye, kasap, şarküteri, kuruyemişçi, tekel bayisi ve manav barındıran alışveriş kapanlarından birinde eğer "Yaban Mersini" bulursam hemen alıyor ve garsonlara emanet ediyorum. Onlardan yıkayıp ısmarladığım kahve ile beraber getirmesini rica ediyorum. Kahvenin yanında tatlı veya raf ömrü uzasın diye içine böcek kakası, doğal gaz bilmem nesi karıştırılan fabrikasyon tatlılardan birini ısmarlamaktansa meyve yemiş oluyorum.

Güzel ve sağlıklı bu alışkanlık elbette burada anlattığım kadar rahat elde edilen bir keyif değil. Son derece pahalı. 125 gramı bazı markalarda 50 lira bazılarında 90 lira civarı… Yanına bir kahve bir şişe su da eklenince kahve keyfi yaşamak bayağı pahalıya mal oluyor.

Bunun devam edemeyeceğini düşünerek Yaban Mersini ağacı alıp evde yetiştirmeye karar verdim. İnternette yaptığım bir inceleme sonucu beş yaşında meyveye durmuş, yani çiçek açmış veya tomurcuklanmış fidanların satıldığını, aynı sezon içinde meyve verdiğini öğrendim. Hemen iki tane sipariş ettim… Tamam, meyveyi yiyeceğim ama bu çiçeklerin meyveye dönüşebilmesi için döllenmeleri gerekiyor. Peki ya, bunu kim yapacak?

Kara kara düşünmeye başladım. "Bazı Karadenizlilerin yaptığı gibi ağaç kütüğü içinde, balkonda arı mı beslemeye başlasam?" diye ciddi ciddi düşünmeye başladım. Daha önce evinin balkonunda, bahçesinde Yaban Mersini yetiştirmiş bir tanıdık varsa bu konuda bana bilgi versin lütfen…

Bir yandan Yaban Mersini fidanlarımı nasıl dölleyeceğimi düşünürken -insan zihni bu ya- diğer yandan da 2013 yılında Bosna''da kılavuz Thierry öncülüğünde dağ yürüyüşü yaparken bin 700 metrede rastladığımız -irtifa nedeniyle- boyları çok bodur kalmış böğürtlenimsi meyvecikleri iştahla yiyişimiz ve bu esnada bir isim tartışması yapıldığını düşünüyorum.

Yemişleri toplayıp yedikçe herkes bunlara kendine göre ad vermeye başlamıştı. Bir hanım arkadaş, frambuaz, bir diğeri bluberry demişti. Karadeniz taraflarından olduğu hissedilen bir arkadaş ise dananın kuyruğunu koparan likapa adını telaffuz etti. Adı Serdar olan bir başkası ise, likapanın farklı bir yemiş olduğunu, yaban mersini ismiyle de anıldığını söyledi.

O dakikadan itibaren Karadenizli arkadaş ile Doğu Karadenizli hakiki Laz olduğunu söyleyen Serdar arasındaki fırtınalı konuşmadan şunu öğrendim. Genetik olarak Laz olan Türk vatandaşları, bütün Karadeniz''e Laz denmesinden çok rahatsız oluyorlarmış. Öyle ki, hem bütün Karadeniz bölgesine hem hakiki Lazlara hakaret oluyormuş bu. Üstelik "Yaban Mersini" gibi pırıl pırıl Türkçe isim dururken "Likapa" gibi yöresel bir kelimenin olur olmaz kullanılması da Türkçeye hakaretmiş.

Hayretler içinde dinlediğim bu uzun ve yorucu tartışmanın -yorucuydu çünkü çok yüksekteydik ve oksijen az olduğu için alıp verdiğimiz her nefes zahmetli olabiliyordu- sonunda, "Böğürtlen, Frambuaz, Çalı Çiçeği, Ayı Üzümü, Çay Üzümü, Çoban Üzümü, Dal Çileği, Likapa, Yaban Mersini" gibi pek çok yemiş adını da öğrendiğimi hatırlıyorum.

Türkçemizin hayranlık verecek derecede zengin bir dil olduğunu, halk ağzı dediğimiz, yaşama pratiğinden ve yaşanan coğrafyadan doğan gündelik dilin ise ayrı bir deha içerdiğini kavrayabilmek için böyle kendiliğinden doğan tartışmalara şahit olmak da gerekebiliyor…

Mesela rahmetli annem ile konuşurken bazen öyle şeyler söylerdi ki, önce manasını kavrayamazdım. Ümmi olmasına rağmen 80 yıl boyunca biriktirdiği Türkçe kelime hafızası ve Türkçe Atasözleri beni yerimden zıplatmaya yeterdi. İşte birisi: "Ağaç, dalıyla güreler!" Bir diğeri de Köy Enstitüsü mezunu öğretmen Gani Amcamdan duyduğu sözdü: "Süssüzlükten sade süs olur!"

İçlerinde derin inanç ırmakları akan, "Allah" dediğinde burun kemikleri sızlayıp gözleri yaşaran anacığım gibi ağaçların hepsi gitti ama onların secdeyi Rahman''a baş koyuşunu, evlatları ve milleti için ettiği yakarışları hiç unutamıyorum.

GÜNÜN ŞİİRİ

Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi,

Anne seccaden gelsin bize dua et e mi?

Necip Fazıl

Yazarın Diğer Yazıları