Alevi Türklerin istekleri
Ben bir Türk milliyetçisiyim. Benim için Türklerin Alevi, Şii veya Sünni olması arasında bir fark yoktur. Alevi Türklerin, içimize işleyen çok güzel türküleri vardır. Semah, uzak Türk coğrafyalarından ve bin yıllar ötesinden izler taşır; hepimizi coşturup heyecanlandırır. Pir Sultan Abdal’ın, Şah İsmail Hatayi’nin şiirleri Türk edebiyatının güzel numuneleri arasındadır. Bütün bu şiirler, türküler ve oyunlar millî kültürümüzün zenginliklerini oluşturur.
Şiiliğin de, Sünniliğin de, Aleviliğin de tarihî kökleri vardır. Bunları araştırmak bilim adamlarının işidir. Tarihte kimin haklı kimin haksız olduğu bizi ilgilendirmez. Bilindiği gibi bu ayrılıkların kökü, Türklerin Müslüman olmasından önceki tarihlere, hatta Müslümanlıktan da önceki çekişmelere uzanır. Kureyş kabilesindeki iki ailenin, Hâşimî ve Emevî sülalelerinin rekabetleri, Müslümanlıktan sonra dinî renge bürünerek devam etmiştir. 680’deki Kerbela olayı tam bir vahşettir; Müslümanlar bu vahşeti yüzyıllarca unutmamışlardır. Ancak 70 yıl sonra, 750 yılında Abbasilerin, Emevi sülâlesinin bütün fertlerini ortadan kaldırması da aynı derecede büyük bir vahşettir. Bu hadiseyle bir bakıma Kerbela’nın öcü alınmıştır. Bunlar İslam tarihinin acı olaylarıdır ve Türkler henüz Müslüman olmadan yaşanmıştır. Türkler onuncu yüzyılda Müslüman oldular ve bir süre sonra onlar da bu tefrikaların içine girdiler. Tefrika, Türk tarihinin en acı gerçekliklerindendir. Türk boyları, hanedanları ve hatta hanedan üyeleri arasındaki tefrika yetmezmiş gibi Müslümanlıktan sonra buna bir de dinî anlayış farklılıkları eklenmiştir. Aksak Temür de, Yıldırım Beyazıt da Sünni idi. Savaşacaklarına güçlerini birleştirselerdi ne kadar muhteşem olurdu. Fatih de, Uzun Hasan da Sünni idi; onlar da savaştılar. Yavuz Sultan Selim Sünni, Şah İsmail Alevi idi; onlar da savaştılar. Aslında olay, din kavgasından çok hâkimiyet mücadelesidir. Keşke hepsi anlaşabilseydi. Ama olan olmuştur. Eski kavgaları bugüne taşımanın anlamı yoktur. Benim için Şah İsmail de, Yavuz Selim de tarihimizin kahramanlarıdır. Yaptıklarını ve neticelerini olumlu veya olumsuz değerlendirmek objektif tarih araştırmalarının işi olmalıdır. Onların yaptıklarını asla bugün için kavga mevzuu haline getirmemeliyiz.
Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in kurucu iradesinin devletin temel ilkelerinden biri olarak benimsediği laiklik, aynı zamanda farklı din anlayışları arasındaki kavgayı önlemeye yöneliktir. Bu açıdan milli birliği de sağlayıcı, temel bir ilkedir.
Bu girişten sonra Alevi Türklerin son günlerde gündeme getirdikleri isteklere bakalım. Basından öğrendiğimize göre dört istek var: 1) Diyanet’in kaldırılması, 2) Din derslerinin zorunlu olmaması, 3) Cemevlerinin tanınması, 4) Madımak Oteli’nin müze yapılması.
Bence en önemsiz olan sonuncusundan başlayalım. Olay bir vahşettir ve anılması da son derece tabiidir. Olayda Aleviler de, Sünniler de öldü. Dolayısıyla bir Alevilik müzesi değil, bir vahşet müzesi yapılabilir.
Cemevlerine gelince. Cemevleri zaten var ve Alevi Türkler buralarda toplanıp törenlerini yapıyorlar. Eğer cemevi yoksa televizyonda gördüklerimiz nedir? “Tanınma” dan kasıt, cemevi yapılması için bütçeden tahsisat ayrılması ise bu mümkündür. Camilere bütçeden tahsisat ayrılıyorsa cemevlerine de ayrılabilir. Benim bildiğime göre camilerin çoğu vatandaşlar tarafından yapılıyor; cemevlerinin de aynı şekilde Alevi vatandaşlarımızın katkılarıyla yapılması sürdürülebilir. İmamlara maaş bağlandığı gibi dedelere de maaş bağlanmasını ise zaten dedeler de reddediyor.
Alevi Türkler çocuklarının din dersi almasını istemiyorlarsa bu onların en tabii hakkıdır. Din derslerinin zorunlu olmasına bence de gerek yoktur.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması konusunda Alevi kardeşlerimize katılmıyorum. Bir kere bu kurum Atatürk tarafından kurulmuştur ve onun mirasıdır. Bence bu istekte, laikliğin çok söylenen ve âdeta dilimize pelesenk olmuş yanlış tarifinin payı vardır. O tarif şudur: Laiklik dinle devlet işlerinin ayrılmasıdır. Alevilerden önce teokrasi taraftarı olanlar bu yanlış tariften yararlanmak istediler. “Madem ki din devlet işlerine karışmayacak, o zaman devlet de din işlerine karışmasın; Diyanet İşleri kaldırılsın; cemaatler ve hatta tarikatlar kendi din işlerini yürütsün” dediler. Atatürk de işte tam bu anlayışa engel olmak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu. Şimdi aynı şeyi Aleviler söylüyor.
Yukarıdaki tarif yanlışsa laiklik nedir? Tarihî ve felsefi yanını bir yana bırakarak pratik tarafını söyleyeyim: Laiklik, devleti düzenleyen siyasi, sosyal ve iktisadi kural ve kanunların betahsis (özellikle) din kurallarına dayandırılmaması demektir. Yani kanunlar yapılırken acaba din ne diyor diye bakılmayacak; “ulemaya” sorulmayacaktır. Alevi kardeşlerimiz Diyanet İşleri’nin kaldırılmasını istemekle cemaat ve tarikatların önünün alabildiğine açılacağını ve bunun Türkler arasında çok derin ayrılıklara sebep olacağını düşünmelidirler. Bunun yerine kendilerinin seçecekleri birkaç din adamıyla Aleviliğin de Diyanet’te temsil edilmesini isteyebilirler. Bence bütün bunların hepsinden daha önemli olan iş şudur: Alevilik de, Sünnilik de, Şiilik de yeni bir anlayışla ve bütün yönleriyle ilmî araştırmaların konusu olmalıdır. İlahiyat fakültelerimiz, sosyoloji bölümlerimiz bu konulara daha fazla ağırlık vermelidirler. Eğer devletimizin bir bilim politikası varsa yeni araştırma merkezleri ve projelerle bu çalışmaları kurumlaştırmalıdır.