Vicdanlarımıza soru: Ne kadar adiliz?
Az değil, Carl Gustav Jung neredeyse yüz yıl önce söylemiş: "Sırf hapiste olduğu için hırsızlık yapmayan hırsız, ahlâklı bir kişi değildir" diye…
Kesin fark, imkânlar ele geçtiğinde ortaya çıkıyor… İnsan eğer içinde bütün milletin hakkı bulunan emaneti korumak söz konusu olduğunda "Topu topu bir tane hayatım var… Son nefeste bu hayatı saymayıp, bir hak daha isteyemeyeceğime göre, o hayatı namusumla ve şerefimle, kimsenin hakkına girmeden, kimsenin alın terini emmeden tamamlamalıyım" diyebiliyorsa mesele yok…
Çok kötü bir gerçek, toplulukları ve kurumları çürüten, her türlü talana ve adaletsizliğe kılıf uyduran organize grupların, yolsuzlukları ideolojik kâr amacıyla değerlendiren ahmakların veya ferden gözü dönmüş olanların varlığıdır…
Asıl soruyu yıllardır soruyoruz: Nasıldan niçinden önce, yolsuzluk mu daha kötüdür, yoksa yolsuzluğun bir felsefeye kavuşmuş olması mı? Kesinlikle ikincisi… Azgınlık, o yolsuzluğu ve yağmayı ortak bir ideolojiye dönüştürür, meşruiyet kazandırır, tabana doğru yayar…
Yere batasıca şu gerekçelere şahit olmadık mı hep: "Ama bir savaş, güçlü olmamız lâzım, paranın kötülerde değil iyilerde olması gerekiyor!.. Çalıyor ama çalışıyor!.. Başkaları yerken iyiydi, şimdi sıra bizimkilerde!.. Bizimkilerin bir bildiği vardır!.."
İşte kamu malından çalanın, cenaze namazını kılmayan bir peygamberin ümmeti geçinenlerde bile bu pespaye teselliye az rastlamadık değil mi? Hak yemenin haram, yetim hakkı yemenin ''dini yok saymak'' anlamına geldiğini bilen kimi dindarlarımız bu çürümenin bir parçası olmadı mı?
***
Aslında bu özeleştiriyi sıkça yapmak ve ''o çetin gün''den önce kendisini hesaba çekmek, hangi siyasî görüşten olursa olsun herkesin üzerine vazife olmalı… Lâkin irili ufaklı yetki alanlarına kavuştuğunda insanın önceki iddialarıyla çelişmesi ne kötü bir akıbet… Eh, Sunay Akın''ın "Elinde terazi tutan zavallı kadın / gözleri bağlı olduğu için / kendisine tecavüz edenin / kim olduğunu göremedi…" dizelerindeki gibi faile dönüşmek, felaket değil mi?
Sahi, bal tutanların parmaklarını yaladıkları, yetkiyi ele geçirenin yandaş kolladığı, mazlum ahından korkmak yerine yöneticilerin ahbap-çavuş düzenlerini kutsadığı düzen sahiplerinin, Yunus''un "Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir" dizesini anlamaları mümkün mü? İnsanların, başlarını yastığa koyduklarında bu soru işaretleri beyinlerini kemiriyor mu?
Dağlara da yaslanılsa, bu âlem çok tekin değil… Artık herkesin her yaptığı görülüyor… Galiba siyaseti sınırsız zenginleşme aracı gören ve iştahı bir türlü kesilmeyen kimileri kendilerini Hades zannediyor... Antik Yunan mitolojisinde başına taktığı kaskla ''görünmez''liğe kavuştuğunu düşünen ve gizli işlerini bu yolla yapmaya çalışan Hades…
Ama Hades, mitolojide kaldı… Yine de ayrıca inanç sahipleri bilir ki ''her şeyi gören, kalplerdekini bilen'' vardır…
***
Adalet duygusu insandan çıkıp gittiğinde o kişi nasıl ''ruhsuz bir et yığını''na dönüşüyorsa, devletlerden ve onun kurumlarından adaleti çekip aldığınızda geriye ''zamanın aşındırmasına müsait'' mekanik bir yapı kalıyor; sonunu bekleyen, sonu için gün sayan...
Renkli yakın tarihimizde ne iddialarla, ne iktidarlar kuruldu… Lâkin ''kınadıklarıyla imtihan'' aşamasında ne berbat akıbetler oluştu… Ağır iddia sahipleri çifte standardın pençesine düştü… Nasıl da topyekûn çürümeye kapı aralandı… Değerler insansızlaşırken, insanlar değersizleşti!.. Israrla bu döngü sürdü...
Yılgınlığa düşülmesin yine de... Artık bu vazgeçilmez bir mücadele... Zorluklara göğüs gererek, "hakkı titizlikle ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun" emrine şartsız teslim olanlarla, terazi tutan gözü bağlı kadına musallat olanların mücadelesi…
Israrlı olacağız... ''Kâr damarları''nın ''ar damarları''na sonsuza dek galebe çalmaması adına...