Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Armağan KULOĞLU
Armağan KULOĞLU

Tehdit çok yönlü ve artış trendinde

2024 yılına girdiğimiz bu dönemde Türkiye’ye müteveccih tehdit algılamasında hiçbir gerileme olmadığı gibi, tam aksine tehdit çok yönlü bir boyuta dönüşmüş ve artma temayülü içine girmiştir. Sorunların temelinde de maalesef müttefikimiz olarak nitelendirilen ABD bulunmaktadır.

PKK/YPG/SDG terör tehdidi

ABD, PKK terör örgütünü terör örgütü olarak tanısa da, Türkiye’nin onunla mücadelesine hak verse de, dolaylı yollardan PKK’yı desteklediği düşünülmektedir. Nitekim bunu, Irak kuzeyinde iki TSK üs bölgelerine yapılan saldırıların tarzından bir kere daha teyit etmek mümkündür. Bu saldırıların PKK teröristleri tarafından mı, yoksa PKK kisvesi altında faaliyet gösteren ABD’ye ait veya başka bir şirket paralı askerleri tarafından mı yapıldığına ilişkin şüpheler vardır. Ancak hangisi olursa olsun, silah, teçhizat, malzeme ve istihbarat açısından ABD’den destek gördüğü algısı yüksektir. Erbil’e gelen askerÎ malzemelerin Suriye kuzeyindeki ABD üslerine ve YPG/SDG güçlerine sorunsuz ulaşmasında, PKK’yla koordine içinde olmaması mümkün değildir. Bu kapsamda Irak’ın kuzeyinde PKK’yla iletişim içinde olduğu anlaşılmaktadır.

ABD’nin, Suriye kuzeyinde YPG/SDG’ye olan desteği de, sözde “IŞİD’le mücadelede” müttefikliği çerçevesinde aralıksız devam etmektedir. ABD, onlara eğitim, danışmanlık hizmeti, teşkilatlanma ve organizasyon hususunda yardımcı olmanın ötesinde, bizzat kendisi rol almaktadır. Türkiye’yle olan bütün görüşmelerde bu konuda geri adım atmayacağını açık ve net söylemekte, TSK’nın bu bölgedeki faaliyetlerinin de kendisi için ulusal tehdit olduğunu ifade ve ilan etmektedir.

Bu bölgedeki amacının Irak’ın kuzeyindeki yapıyla, Suriye’nin kuzeyinde kurduğu/kurdurttuğu yapının birleşmesi olduğu açığa çıkmıştır. Bu durum Türkiye’ye doğrudan tehdittir. Bu tehdit ABD eliyle gerçekleştirilmektedir. Müteakip gelişmelerin İran ve Türkiye üzerinde olacağını ve durumun, hedefi olan dört parçalı sözde “Kürt Devleti”ne doğru evrileceğini bilmemek ve görmemek mümkün değildir. Türkiye’nin politika ve stratejilerini, bu oyunu bozacak şekilde geliştirmesi ve uygulaması şarttır.

Filistin-İsrail çatışması

ve ABD’nin Yunanistan’a desteği

Gazzedeki katliama dünyanın birçok ülkesi seyirci kalırken ABD’nin İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemesi, Almanya başta AB’nin desteğini (son zamanlarda azalma temayülü gösterse de) devam ettirmesi ve bu duruma seyirci kalmayan Türkiye’nin, İsrail üzerinde baskı kurulması çağrıları ve bu konuda sürdürdüğü politika, ABD’deki Yahudi Lobisinin Türkiye aleyhinde tavır almasına sebep olmuştur.

ABD, bir taraftan Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi için ısrar ederken, diğer taraftan F-16 projesini sürüncemede bırakmaktadır. Bu olayda, Türkiye’nin bu savaşta insani olarak Filistin’den yana, İsrail aleyhinde izlediği politikanın etkisi vardır.

Diğer bir etken de Yunanistan’ın korunması ve bölgede etkinlik sağlamasına imkân yaratılmasıdır. Türkiye’den F-16 esirgenirken, Yunanistan’a F-35 planlanmasının, F-16 uçaklarına modernizasyon imkânı tanınmasının, ayrıca zırhlı araçlar, helikopterler, savaş gemileri hibelerinin ve ABD’nin Yunanistan’a yerleşmesinin hangi anlama geldiğini görmemek mümkün değildir. ABD, Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta her zaman Yunanistan’dan yana olmuştur. Blinken’in son Türkiye ziyaretinde de hiç bir konuda mutabakat sağlanamadığı anlaşılmaktadır.

Ayrıca Almanya’nın, Eurofigter uçaklarının Türkiye’ye satılmasına karşı çıkarken, fazla bir ihtiyacı olmamasına rağmen Suudi Arabistan’a bu uçakları satmakta istekli olması da manidardır. S.Arabistan’ın, diğer birçok ülke İsrail’le olan ilişkilerini soğuturken onun ilişkileri sıcak tutması anlamlıdır. İsrail’in bölgedeki varlığını devam ettirmesi için, S.Arabistan’ın, hem ABD, hem de AB tarafından desteklendiği algısı vardır. ABD İsrail’i, Orta Doğu’daki bir parçası/kalesi olarak görmektedir.

Boğazlardan geçiş için baskı var

ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusunda sıkıntıları vardır. Karadeniz’de kontrolü sağlayabilmek için NATO gemilerinin boğazlardan sözleşme kurallarına uymadan Karadeniz’e geçmesini sürekli talep etmektedir. Bu istek, Ukrayna savaşıyla daha da artmıştır. Bu konuda F-16 projesini dahi pazarlık konusu yaptığına ilişkin iddialar bulunmaktadır.

Montrö Anlaşması, Lozan Anlaşması’nın tamamlayıcısıdır. Bu anlaşma, hem Türkiye’nin egemenliğinin, hem de Karadeniz’de Batı’yla Doğu’nun güç mücadelesine imkân vermeyerek, bu bölgenin bir barış denizi ve istikralı olmasının temel taşıdır. Türkiye’nin, hiçbir zaman geri adım atmadığı tutarlı politikasına devam etmekte ısrarlı olması, gerekliliğin ötesinde bir mecburiyettir.

İç tehdit de ihmal edilmemeli

Dış güçler, Türk Milletini Alevi-Sünni, Türk-Kürt olarak ayırarak ve kutuplaştırarak çatıştırıp, gücünü bu yönde tüketerek zayıflatıp, kolay kontrol edilebilir bir ülke hâline getirme gayreti içinde olmuşlardır. Ancak gerek devletin aldığı önlemler, gerekse Türk Milletinin basiretli ve duyarlı tavrıyla bugüne kadar amaçlarına ulaşamamışlardır. Şimdi de aynı güçler, Laik-Antilaik çatışması çıkarıp, ülkeyi bir İslam ülkesine dönüştürerek amaçlarına ulaşmayı denemektedirler. Bunun için iç politikayı da kullanarak, Cemaat ve Tarikatları ön plana çıkarma, devlet yapısı içinde güçlü duruma getirme ve hilafet çağrılarında bulunma gayreti içinde bulunmaktadırlar.

İç cephenin güçlü olması, dış cepheden daha önemlidir. Bu nedenle 15 Temmuz darbe girişimi aşamasına nasıl gelindiğinden ders çıkarılmalı, küçük politik hesaplar peşinde koşulmamalı, gerginliğe ve kutuplaşmaya prim verilmemelidir. Türkiye’nin kuruluş felsefesine, Anayasa’nın başlangıç hükümlerine, ilk dört maddesine, camiye ve kışlaya siyaset girmemesine, Anayasa’ya ve hukuka sahip çıkılmasına özen gösterilmelidir. Birlik ve beraberlik bir tarafta değil, tüm Türkiye için sağlanmalıdır.

Yazarın Diğer Yazıları