Tarihe düşülmüş ince bir not!
Eski bir hikâye… Reis ve torunu oturuyordu. Otururken, yaşlı Kızılderili ve torunu az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeğini izliyorlardı. Lüzumlu diye beslenen köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve 12 yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Bilge dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Eh, küçük torun, meraktan duramıyor, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. Lâkin duramadı ve o merakla, sordu dedesine: Eski kurt, yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
Dedi ki "Onlar", "benim için iki simgedir evlat."
"İyi de neyin simgesi" diye sordu çocuk.
Yaşlı reis "İyilik ile kötülüğün simgesi, aynen şu gördüğün köpekler gibi. En eski zamanlardan beri iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Yani onları seyrettikçe ben hep bunu düşünür, onun için yanımda tutarım onları." diye cevapladı… ''İyi de öyleyse, mücadele varsa, kazananı da olmalı'' diye düşündü torun ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
O an bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa. Yaşlı reis "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!" dedi…
***
Uzun yıllar önce okuyunca not almıştım bu etkileyici hikâyeyi…
Yarınlar için soralım: Evet, biz neyi besliyoruz içimizde? O dünya için bitmeyen mücadelemiz uğruna iyiliği mi, kötülüğü mü? Rıza kazanmayı mı, herkes için adaleti mi, yoksa hep kendimize yontan asabiyeyi mi? Ya da bizden olanı her durumda kutsamayı mı, yoksa adaletsizlik bizden geldiğinde haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmamayı mı?
Adaletle dağıtılması gereken bir varlık söz konusu olduğunda, gözlerimiz akrabayı, ideolojik yandaşı, köylüyü, güçlüyü veya şerrinden korktuğumuzu mu arıyor, yoksa gerçek ihtiyaç sahibini, liyakatli olanı, mağdur ya da mazlumu mu?
***
Işıklar söndüğünde bu dünya da gelip geçecek ve idarecilerin sınavının çok daha çetin geçeceği o büyük günde hesaba çekileceğiz… Kim ki zengine sadece zengin, makam sahibine sadece makam sahibi olduğu için itibar ediyorsa dininin üçte ikisinin gittiğini haber veren bir inancın mensupları olarak hesap vereceğiz…
Lâkin bütün hazırlığımız o güne mi, yoksa Murphy Yasaları''ndaki ''Altını olan kuralı koyar'' dediği geçici dünyaya mı?
Adaleti baş tacı etmektense, ''bizden'' olanı ısrarla kollamak ne büyük kötülük… Resmen akrabasını önemli bir göreve getirdikten sonra "Akraba olduğu için atanma olmaz ama şunu da söyleyeyim; biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur; ''akrabalarını koru kolla'' der..." şeklindeki dilden daha büyük rezalet ne olabilir?
***
Oysa birinin çaldığı haram, bir başkasının çaldığı ganimet olamaz!.. Lânetli herhangi bir suça ''bizden'', ''ideolojik'' veya ''hak'' gözüyle bakılamaz… Sahiden, hangi düşünceden olursa olsun ona karşı sessiz kalmak, fiilin kendisi kadar aşağılık bir durumdur…
Uzunca tartışmaya gerek yok, asabiye tam da budur… Neden, niçin demeden, kendinden olanın zulmüne, günahına, adaletsizliğine rıza göstermektir!..
Tekraren: Parası olanın elde ettiği güçle kuralları koyduğu ve oyun sürerken kuralları değiştirebildikleri bir dünyada yaşıyoruz... Güçle beslenen nobranlık, hayatın her alanında küstahlıkla karışık bir şımarıklık doğuruyor... ''Hak''tan değil, ''parayla elde edilmiş suni kaslar''dan devşirilen ''kural koyuculuk yetkisi'', bulunduğu her ortamı, kirletiyor, zehirliyor, çekilmez hâle getiriyor... Kimsenin fark etmediği, görmediği zannedilen haram organizasyonları gözümüze gözümüze giriyor…
Kimden gelirse gelsin, para ve gücün, ideallere düşürdüğü bu gölgeyi kabullenmek züldür… Şimdi o Kızılderili hikâyesine dönüp yine soralım: Toplum olarak, siz, biz, hepimiz, neyi besliyoruz: İyiliği mi, kötülüğü mü?