Söylemler mi, icraatlar ve imzalar mı bağlayıcı?
9 bakanla KKTC’ye giden Başbakan Erdoğan, “Kimse Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamasını kabul etmesini beklemesin” diyor. Erdoğan, 20 Temmuz Bayram töreninde yaptığı konuşmada ise, “kapsamlı çözümün Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacağını” vurguluyor.
Kısaca her 20 Temmuz’da söylenenler, bir defa daha tekrarlanmıştır. Bu iyi.
KKTC Cumhurbaşkanı Talat da konuşmasında, ilk defa bu kadar “net ve heyecanlı” bir şekilde “milli çözüme” sahip çıkıyor. Bu da iyi.
Çünkü, bu ifadeler 40 yıllık milli duruşumuzu ortaya koyarak, haklılığımızı ve kararlılığımızı bütün dünyaya gösterdiği gibi, Türk Milleti’nin vicdanına da tercüman oluyor.
Ancak bayram kürsülerindeki bu iyilerin bir sonuç verebilmesi için, müzakere masalarındaki tezlerin ve özellikle de imzalanan belgelerin buna uygun olması gerekir. Yani eylem esastır.
2003’te iktidara gelen AKP, Nisan 2005’te Cumhurbaşkanı olan Talat döneminde “40 yıllık” milli siyasetimiz, geçersiz sayılıp çöpe atıldı. Yerine geçerlisini koymak gerekmez mi? Ne gezer? Ortada bize ait hiçbir çözüm yok. Sadece “Çözümsüzlük çözüm değil”, “Masadan kaçarak çözüm olmaz”, “Bir adım önde gideceğiz”, “Kazan-kazan” gibi Rumların sloganları tekrarlanıyor.
Çözümünüz olmayınca, başkalarından bekliyorsunuz. O zaman sizin rehberiniz başkaları oluyor. Tabii bu başkaları Kıbrıs’ı almak isteyenler. Annan Planı böylece ortaya çıktı. Bu planın getirdiği düzen, bayram nutuklarında sıralanan yukarıdaki ilkelerin tamamına aykırıydı. Mesela; planda Türklerin Rumlara devredeceği yerleşim bölgeleri için bir takvim var. Bu 3 aydan başlayıp 3 yıla kadar uzuyor. Referandum Nisan 2004’te yapıldığına göre, boşaltma Nisan 2007’de tamamlanacaktı. Sonuçta, 120 bin Türk yerinden yurdundan, işinden, aşından olmuş vaziyette sokakta kalacaktı.
Bu 120 bin Türk’ün Anadolu’ya göçüyle, nüfus yarıya inecekti. Egemenliğin kaybedilmesi, eyalet statüsüne indirilen Türk devleti, 100 bin Rum’un Türk bölgesine yerleşmesi gibi tuzaklar da cabası.
Çok önemli bir belgeden daha bahsedelim. 29 Temmuz 2005’te Türkiye Kıbrıs Ek Protokolü’nü imzaladı. Burada, “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile ilişkiler, diğer AB üyesi ülkelerle olduğu gibi normalleştirilecek ve Türkiye bütün hava, deniz ve limanlarını açacak. Erdoğan ve Gül’ün söylediği gibi, Ercan ve Mağosa limanlarının açılması demek olan izolasyonların kaldırılacağına dair tek cümle yok. Zaten izolasyon, Kıbrıs’ın kaybı demek olan Ek Protokol’ün karşılığı olamaz.
Bugüne gelirsek, Başbakan Erdoğan’ın tam destek veriyorum dediği, 23 Mayıs ve 1 Temmuz 2008 Talat-Hıristofyas anlaşmasında neler var bir de ona bakalım. 23 Mayıs mutabakatında; “Liderler, BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararlarında tanımlanan siyasi eşitliğe dayalı 2 bölgeli, 2 toplumlu federasyona bağlılığını yeniden teyit etti” deniliyor. Peki BM Güvenlik Konseyi kararları ne diyor? Bakalım: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasası değiştirilerek federal bir yapıya kavuşturulması ve tek devlete, tek halka, tek egemenliğe, tek kimliğe, tek vatandaşlığa, tek temsiliyete dayalı iki bölgeli-iki toplumlu bir federasyonla ada yeniden birleştirilmeli.”
1 Temmuz anlaşmasında ise; “Liderler, tek temsiliyet, tek egemenlik, tek kimlik” ilkesinde anlaşmışlardır deniliyor. Bu ilke, BM kararına göre Türkleri azınlık durumuna düşürüyor. Bu sonuca KKTC partileri ve vatandaşın yüzde 90’ı şiddetli tepki gösterince, Talat savunmaya geçerek, “Müzakerelerde tek egemenliği savunuyoruz, bir devlette iki egemenlik söz konusu olamaz. Egemenlik iki halktan kaynaklanacak” diyor.
Talat’ın bu iddiası ne kadar geçerli? Konuyu inceleyen Amerikan Stratejik Araştırmalar Kuruluşu; “Kıbrısu8242?taki iki siyasi varlığın bir konfederasyona dönüşmesi şeklindeki Türk görüşü Talatu8242?ın tek egemenliği kabul etmesinden sonra tamamen ortadan kalkmış oldu” görüşünde.
Bir de Birleşik Kıbrıs’ı kurup AB’ye girme hevesi var. Bu durumda, AB hukuku karşımıza çıkar, Kıbrıs’ta ne garantörlüğümüz, ne de askeri gücümüz kalır.