Rezil olduk
Kurallar herkes için ve her durumda geçerlidir. Düzeni sağlayan, insanları güvende hissettiren budur. Benim için uygulanmayan senin için uygulanıyorsa orada düzenden bahsedemeyiz. Ben bu kararı beğenmedim, bu kuralı da beğenmiyorum, uygulamam diyemezsiniz. Kendi başınıza kural da koyamazsınız. O işin mekanizmaları vardır. Ben her şeyim, her şey de benim içindir.. diyemezsiniz. Kim olursanız olun, devlet hayatında böyle şeyler olmaz. Hele en başta baştakiler için hiç olmaz. Çünkü onlar kuralları uygulamak üzere oradadırlar ve bunun için yemin etmişlerdir.
Son yıllarda bunun tersi durumlar yaşıyoruz. Israrla söylüyorum, bizde, olağanüstü dönemler hariç, kağanlık, hakanlık, padişahlık dönemlerinde de, tek adam rejimi sandığımız mutlakıyet rejimlerinde de böyle şeyler olmazdı. Zaten, hükûmet bir sadrazam(Başbakan) eliyle yürütülürdü. Hakan mührü kime verirse o sadrazam olarak tam yetkiyle devlet çarkını idare ederdi. Binlerce yıl böyle geldik. Beş yıl önce Başbakansız bir sisteme döndük. Altıncı yılına geldik ve bunun ne idüğünü hâlâ anlamadık. Fakat her an kargaşalara yol açacak bir sistemsizlik örneği olduğunu söyleyecek kadar zararını yaşadık, yaşıyoruz. Son yargı krizinin devlet krizine dönüşmesi yaşanacakların şimdilik kaydıyla en fecisidir.
Önce kehanet sayılmayacak bir fikrimi söyleyeyim: Göreceksiniz, nasıl böyle acayip bir işe kalkıştığımız gelecek nesillere hiç olmayacak, hiç yapılmayacak kötüden kötü bir örnek olarak intikal edecek. Büyük milletin büyük devletinin bizden sonra gelecek nesilleri bizi bu akıl almaz işe giriştiğimiz için en hafifinden ayıplayacaklar. Utançlarında yer yer bize karşı öfke kızıllığı görülecek.
Buraya nasıl geldik?
2014’te Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Başbakan tayin etti fakat onun yetkilerini de kendisi kullanmak istedi. Bildiğimiz, anayasada çerçevesi çizilen Cumhurbaşkanı gibi davranmıyordu. Sadece gözü değil, eli-kolu yürütmenin üzerindeydi. Herkese eşit mesafede durması gereken bir makamdaydı. Anayasa gereği partinin genel başkanlığından ayrıldığı halde yine parti başkanı gibi davranıyordu. Kamuoyu yeterli tepki vermedi. Partisi itiraz etmedi. Bürokrasi sindi. Aydınlar çekindi. Bazılarınca Anayasa, yemini ve diğer kurallar hatırlatıldı o kadar. Değişen bir şey olmadı. Tenkitler cılız, pes perdeden yapıldığı için sonuç vermedi ve o, parti ve sivil (aydın ve halk)muhalefet yokluğuyla doz artırarak yoluna devam etti.
Diyeceksiniz ki kuralları hatırlatmak için kimseye ihtiyaç yoktu. Haklısınız, kuralları devlet başkanı sıfatıyla gözetecek yerdeydi. Anayasa, kanun nizam ortadaydı fakat uygulanmadı ve düzen gittikçe bozuldu.
Düştüğümüz duruma bakar mısınız?
Demem o ki, asıl problem bu duruma nasıl geldiğimiz ve engel olamadığımızdı. Türkiye, devletin başında böyle bir davranışı ilk defa gördü ve şaşırdı. Benim gibilerde hâlâ o şaşkınlık devam ediyor. Sonra olanlar büsbütün dehşetti.
Ortada bir gerçek var, başa geçirdiğimiz kişi kurallara uymuyor, o zaman biz bu “de facto” durumu ona uyduralım, dendi. Evet evet böyle dendi. Bir yönetimi anayasaya uydurmak yerine anayasayı ona uydurmaya kalktık. Kişiye göre kural olmayacağı için bu uydurmanın açtığı yolun sonu bilenlere göre belliydi.
Başkanlık rejiminin gerekçesi bu Afrika kabilelerinde bile yaşanması zor işti. Hukuk devletinde olmayacak gibi görünse de bunlar oldu. Başkanlık dediğimiz meğer kuralsızlık mıymış, denge ve denetlemesizlik miymiş demez misiniz? Amerikan Başkanı’nı yasama yargı, basın ve halk denetliyor. Bizde hiçbiri yok.
2014’le başlayan sürecin nelere yol açtığını, insan ve toplum yapımızı dinamitlediğini söyleyen, tartışan çıkmadı. Siyasileri bir yana bırakalım, biz okumuşlar bu ahlakı gösteremedik. Buna rağmen böyle gitmeyeceğini yine halkımız gösterdi. Bu millet sürprizlidir diyordum ya öyle oldu. Büyük tarih ve ecdadın ruhu bizi bırakmadı. Şuur uyanışını sağlayacak bir durum yaşadık. Cumhuriyet ve Atatürk sevgisinin halk içinden patlaması olağanüstü bir güzellikti. O, bu ruhsuzluğa sesli-sessiz isyandı.
Düşünün!
Bu ümidi görmekle yetinemeyiz. Anlamadan çare bulunmaz. Güne dönüp bakacağız; çünkü yaşadığımız devlet krizi vahamet ötesidir. Bizi uyandırmalı ve girdiğimiz çıkmazdan döndürmelidir. Tepedekiler anayasaya, kanunlara-kurallara uymazsa kimse kurallara uymaz. Nitekim uymuyor. Neye sebep olduğumuzu göreceğiz. Her yerde bir kaos havası var. 2014’ten itibaren konuşulacak temel mesele buydu. Şimdi hâlâ uyulmuyor ve uyulmadığı halde yeni anayasa deniyorsa düşüneceksiniz. Hem eski kurallara, hem de övünerek getirdiğimiz yeni kurallara uymuyor ve savaş açar hale geliyorsak burada düşündüğümüzden de derin bir problem var.
Dikkatinizi çekerim, artık Cumhurbaşkanlığıyla ilgili iki başlı bir makam tarifi var. Hem taraflı, hem tarafsız. Bu nasıl olur? Olmaz tabii, olmuyor. En yükseğe koyduğumuz, neredeyse kutsallaştırdığımız bir makam bu halde. Kağanlık, padişahlık devirlerimizdeki gibi bir yüksek temsil makamı bu halde. O makamdakine dokunamazsınız. Kötü söz edemezsiniz. Saygıda kusur edemezsiniz. O da ona göre davranır ve makamın yüceliğini örselemez, lekelemez. Olur olmaz yerde konuşmaz. Konuştuğunda denge ve adalet gözetir. Kimseyi ötekileştirmez. Herkesi kucaklar.
Bugün öyle mi?
Bu soruya ben cevap vermeyeyim, televizyonunuzu açın, bir yerde veya her yerde mutlaka Cumhurbaşkanımız konuşuyordur. Dinleyin, cevap orada. Ben size bir örneği hatırlatayım: Mesela, yemin metni hâlâ değişmedi. Tarafsız ve herkese eşit davranacağına yemin etti. O yemin metni Anayasa hükmü ve ona uymuyoruz. Olacak iş mi?
Diyeceğim o ki, Anayasa düzenini bozan başkanlığa geçiş kararımızı anayasaya uygun hâle getirmememizdir. Türkiye’yi asıl manasında bozan da budur. Mahkemelerin kavgası da bununla ilgili. Biri kurallara uyacağım diyor, diğeri hayır yanlış yapıyorsun diyor. En alttaki sen üsttekini dinlemiyor. Kanun kural istenildiği gibi o yana bu yana çekiliyor. Sonra da anayasa değiştirelim diyen bir ses yükseliyor. “Mevcut anayasaya uymayan değiştirdiğimize uyacak mı?” diyenlerin sesi duyulmuyor veya kısılıyor.
“Ferdî başvuru hakkı”
2010’da bu hak getirildi. Anayasa hükmü. İç hukuk yollarının sonuna bu eklendi. Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelerden de hakkını alamadığını, gadre uğradığını düşünen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeden Anayasa Mahkemesi’ne başvursun dedik. Dışarıya çok dava gidiyor ve rezil oluyoruz, anayasa mahkemesi bunları azaltsın dedik. O günden beri binlerce dava böyle dışarıya gitmeden halloldu. Hiçbirinde de Yargıtay veya Danıştay bu anayasal hakkın kullanılışında yanlışlık var demedi. Zaten kararlar nihai mahkeme kararıdır, kesindir ve itiraza açık değildir.
Birçok hukukçu ve özellikle Yargıtay’ın eski başkanlarından Prof. Dr. Sami Selçuk birkaç televizyon kanalına çıktı. Yargıtay’a, “Bu kararı tartışamazsın, uyacaksın” dedi. “Uyduktan sonra kendine göre bir yanlışlık görüyorsan, bir makale yazarsın, biz de gerekçelerini okuruz. Bizim görmediğimiz makul gerekçeler ileri sürersen mesele yok. Bu Anayasaya ferdî başvuru hakkını ve verilmiş kararı etkilemez. Şimdi kural bu. Bu kadar net.” dedi.
Ferdî başvuru Anayasa Mahkemesi'ne yapılır. Ne alt mahkemeye, ne istinafa, ne de Yargıtay'a veya Danıştay'a. Karar verecek orasıdır. Ve kararı kesindir. Beğenmesek de beğensek de uygularız.
Sen, ben, o kim oluyoruz da bu kesin kararı uygulamam diyoruz? Alt mahkeme ben kararımı değiştirmem diyemez. Temyiz Mahkemesi(Yargıtay) de "Ben onayladım, değiştiremezsin" diyemez.
O zaman o ferdî başvurunun hiçbir manası yoktur. O anayasa hükmünün hiçbir manası yoktur.
Bu zamana kadar böyle bir şey görmedik. Anayasa Mahkemesi kararı herkesi bağlar:
"Anayasa Mahkemesi'nin ihlal olmadığına ilişkin kararı başvurucu açısından kesin hüküm niteliğinde olduğu gibi, ihlalin tespit edilmesi de ihlali gidermekle yükümlü olan alıcı tarafından kesin hüküm niteliğindedir."
O halde neyi tartışıyorsunuz?
Suçsa Yargıtay’ın yaptığı suç. Anayasa’ya uymamaksa o da bu. Tepedekilerin bu işe müdahil olması, bakanların ve bürokratların anayasaya uymamaya destek verir gibi açıklamaları olacak şey değildir. Ne usule, ne esasa uyar.
Tartışacaksak bunları doğuran 2014’ü ve 2017 referandumunu tartışalım. Buraya oralardan geldik.