Millî birliğimizi böyle mi koruyacağız?
Küresel salgın dünyada tırmanışa geçiyor… İstanbul'da risk yükseliyor… Konuyla ilgili olanlar bir araya geliyor… Sağlık Bakanı var, Vali var, Emniyet Müdürü var, Büyükşehir Belediye Başkanı yok!..
Ülkeye bakın, salgından daha tehlikeli olan 'kamplaştırıcı siyaset'in etkisinden bir türlü kurtulamıyor!.. Salgının aşısı bulunur da bir gün tehlikesi ortadan kalkar ama bu siyasetin yol açacağı toplumsal yaralarımız ne zaman iyileşir?
Siyaset, uzun zamandır 'kamplaştırma' zemini üzerine oturtuldu… Böyle olduğunda, yani siyasî rakipler, rakip olmaktan çıkarılıp 'düşman'a dönüştürüldüğünde, güya iş kolaylaştırılıyor!.. Cephelerden oluşan siyasî kadastroda mevzi değiştirmek zorlaşıyor!.. Toplumsal geçirgenlik azalıyor!.. Dolayısıyla 'karşının nefreti' artsa bile yanınızdakilerin sadakati size yetiyor, oy oranları en üst düzeyde koruma altına alınmış oluyor!..
***
Peki bu strateji ülkeye iyilik midir? 12 Eylül öncesinin o büyük şiddet ortamında bile bu denli toplumsal kutuplaşma yoktu… Bugün kendi seçmenini hayata dair günlük meselelerin ötesinde tutmak ve onu sürekli 'cephede' hissettirmek için izlenen yol ülkeyi bu hâle getirdi…
Yine bayram gelecek ve biz şimdiden hangi partilerin hangi partilerle bayramlaşmayacağını şimdiden biliyoruz… Daha önce böyle bir iklim yoktu… Görüş farklılıklarına rağmen insanî gerekçeler partileri ve liderleri bir araya getirebilirdi…
Şimdi hatırlayan var mı en son ne zaman siyasî parti genel başkanları bir arada hangi televizyon programına çıkmışlar, tartışmışlar, şakalaşmışlar veya birbirleriyle orada ülke meselesini konuşmuşlar?
Bunların hepsini kaybettik maalesef… Gerginlik ve kutuplaştırma üzerine kurulmuş 'beleş ama etkili' siyaset dili çok şeyi alıp götürdü…
Dikkat ettiniz değil mi son yerel seçimlere… Hatta ondan önceki son genel seçimlere ve referanduma… Eskisi gibi, yollar, köprüler, tüneller, ekonomi pek konuşulmamıştı…
Seçimler 'beka meselesi' üzerine kilitlenmişti… Yönetenler 'bekayı koruyanlar', yönetime gelmek isteyenler ise ya 'bekamızın düşmanı' veya 'düşmanla işbirliği yapanlar' olarak suçlanmıştı… En temel demokratik hakkı, seçme ve seçilme hakkını diledikleri gibi kullanmak isteyenler, ağır bir suçlu gibi yaftalanmıştı…
Partiyi devletleştirmenin veya devleti partileştirmenin doğal sonucuydu bunlar!.. Partiyi devletle eşitlediğinizde, diğer partilerin 'devlete karşı' gibi takdim edilmesi, halkın da bu 'devlet düşmanları'na karşı sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaya çağrılması anormal olmuyor!..
'Sandık darbesi' gibi bir kavram demokraside olur muydu? Bunları da duyduk… 'Hükûmeti devirmeye çalışmak' gibi bir suçla birlikte!.. Oysa muhalefetin demokratik hakkıydı, seçimler yoluyla hükûmet eden parti ya da partileri değiştirip, yerine kendisini getirmeye çalışmak…
Sık sık uyarmaya gayret ettik: Oysa her türlü makamın ötesinde korunması gereken bir kavramdı millî birliğimiz… Herkes bu vatanı üzerine titrememiz gereken züccaciye dükkânı gibi görmeli ve hiç kimse ama hiç kimse fil gibi davranmamalıydı…
Kırılan dökülen bunca parçadan, küsen darılan bunca kalpten, ayrılıp gitmek isteyen bunca bedenden sonra nasıl oturup da 'hasar tespiti' yapacağız? Sadece kazanmak uğruna başvurulan bu beleş dilin birliğimize ve kardeşliğimize verdiği zararları kim, ne kadar zamanda toparlayacak?
***
"Bu topraklar istila gördüğünde bile millî birlik açısından bu denli zarar görmedi dersek abartmış mı oluruz acaba?" sorusunu sorarken tam da bunu kastetmiştik…
Bu dil ve uygulama, bir arada yaşamaktan başka çaresi olmayan, bundan sonra da bir arada yaşayacak olan insanların arasına çok ağır bir fitne sokuyor... Zaten fazla problemli bir coğrafyanın kıyısında millî birliğini korumaktan başka önceliği olmaması gereken bir toplumda, farklı düşünenlerin arasına kalınca duvarlar örüyor...