Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Coşkun ÇOKYİĞİT

Coşkun ÇOKYİĞİT

Kristal kül tablası

İnsan yaşlandıkça, geçmişin daha iyi, şimdinin pek fena, geleceğin beter olacağına dair düşünce kalıbının kısır döngüsü içine hapsoluyor. Maziyi bir cennet olarak görmek o kadar yaygın bir ön kabul ki, kitaplara bile isim olmuştur, “Mazi Cenneti” gibi. Muhtemelen bunun önde gelen sebebi, her kişi için doğmadan önce bir cennet sayılacak olan ana rahmi sıcaklığı, daha sonra aynı kadının hiçbir karşılık beklemeden sunduğu sevgidir. Zaman ilerledikçe içinde var olduğumuz, içine doğduğumuz, içinde yaşatıldığımız bu özel günler yavaş yavaş başkalaşır. Sevgi ve korumanın yerini beklentiler almaya başlar. Her adımımızda biraz daha kendi başımıza kalır ve dik durmaya çalışırız. Bu da her bir saniye bizleri yorar, giderek güçten düşürür ve kendi geçmişimize özlem duymaya başlarız.

Gençliğimde yollarımız kesişen arkadaşlarımdan bazıları çok uzun yıllar sessiz kaldıktan sonra beni aradıklarında içimde “mazi cenneti” sıcaklığının bir parçasını hissediveririm. Geçen gün, 1980 Darbesinden sonra Mecidiyeköy’de birlikte ev tuttuğumuz, kirasına birkaç ay dayandıktan sonra tekrar öğrenci yurtlarına sığındığımız günlerden çıkıverip gelen sesiyle bir arkadaşım beni aradı. Telefonla konuşmamız benim zihnimde bir zaman makinesi etkisi yarattı ve 40 yıl öncesine ışınlanmamı sağladı…

Bütün kazancımızı kira, elektrik, su ve yol parasına -internet ve cep telefonu olmadığını aklınızda tutun- harcadığımız için ya çalıştığımız gazetelerde akşam yemeğini yiyor veya üç beş kuruş borç bulup mahalle bakkalından kaşar ekmek ve meşrubat alarak eve geliyorduk. Çaydanlığımız dahi yoktu. Evde ocak yanmıyorduJ Apartmanın kapıcısı “…” pos bıyıklı, güngörmüş bir Anadolu kalenderiydi. Alevi meşrepti. Zeki ve esprili bir adamdı ve biz üniversite mezunu üç gazeteci onun karşısında “eziktik”. İki üç akşamda bir uzun, kocaman alüminyum bir çaydanlıkta demlediği çayla kapıya dayanır, 4 bardak ve bir kavanoz şeker getirmeyi de ihmal etmezdi.

“…”, çayları doldurur, sigarasını çıkartır, dudaklarının ucuna bir tane yerleştirdikten sonra paketi bize uzatırdı. Bildiğimiz muhtar çakmağı ile kendi sigarasını yaktıktan sonra bizimkileri de yakar ve zeki gözlerinden iğneleyici ışıklar saçarak, son derece ezici bir alaycılıkla “Hani getirin bakalım şu kristal kül tablasını!” diye de emir verirdi.

Kristal kül tablasının hikâyesi ise ayrı bir ibretliktir! Katıldığım bir basın toplantısında haber yapmaya gelen bütün muhabirler gibi bana da, “Hoş geldin, güle güle, haber yapmayı unutma” anlamına çekilebilecek küçük bir hediye paketi verilmişti. Hemen oracıkta açmıştım. Çok ünlü bir markanın üstten basmalı fiyakalı tükenmez kalemlerinden biriydi. Ahşap bir kutu içindeydi. Kutunun kapağı ise sanki çok kaliteli cammış görüntüsü veren, marka logosu basılmış sert plastiktendi.

İşte o kristal kül tablası, eve yeni taşındığımızda, “…”nın bir demlik çayla gelip sigarasını yaktığında “kusura bakma, yeni taşındık daha eşya alamadık” bahanesiyle ahşap altlığından kopartılıp kül tablası niyetine önüne koyduğumuz o sert plastikti. Plastik kapak daha ilk defasında sigaranın ateşiyle “börtlenmeye” başlamış, bütün yüzeyi dik kenarlar düzensiz ve çirkin kabarcıklarla dolmuştu. Plastik kapağın görünüşünün feciliğine bakıp bakıp iğneleyici laflar çıkartıp sağımıza solumuza batıran bu keskin zekâlı kapıcının zulmüne (!) daha fazla dayanamayacağımızı anladığımızda hepimiz zaten borç batağında kıvranmaya başlamıştık…

Üç arkadaş olarak bir tür “bohem bir hayat yaşama” denememiz böylece feci bir hezimete uğramış, maddeten aldığımız yaralar yetmiyormuş gibi, zekâsını ve yaşama gücüne hayran kaldığım bir “Anadolu Tosunu” tarafından da basbayağı hırpalanmıştık!

Geçmişimizi bir cennet gibi anmamızın bir başka sebebi de bizi biz yapan hayatımızı olumlama ihtiyacı olmalı. Yaşadıklarımızı kara noktaların birbiri ardı sıra dizilmiş karanlık anların birleştiği bir çizgi gibi algılayan insanın hâlini düşünemiyorum. Eğer öyle biri varsa muhtemelen karanlığa gömülmüş olmalı. Şeyh Galib’in deyişiyle o tür insanların, “Ya kar yağar üstüne ya karanlık”.

Darbe sonrası günlerden kalma yazdığım bir koşmadan bir dörtlükle bitireyim yazımı:

Bak yine gün doğuyor

Sessiz derin ve içten

İçimdeki sevinçten

Bak yine gün doğuyor.

O günlerden kalma bundan daha acıklı(!) anılarım da var ama diğer arkadaşlarımın izni olmadığı için burada anlatamıyorum.

Yazarın Diğer Yazıları