Kelimelerin nefessiz kaldığı zamanlar
Antalya'da bir baba, eşine ve iki çocuğuna kıydıktan sonra çekti gitti bu dünyadan… İstanbul Fatih'teki 4'lü intihardan 4 gün sonra… Bizim insanlığımızı tamamen kaybetmemizden belki 4 gün, belki de 4 yıl önce…
İletişim teknolojisi dünyamızı 'küçük bir köy'e dönüştürdü dönüştürmesine de, o teknoloji ve dayattığı hayat düzeni bizi fersah fersah birbirimizden uzaklaştırdı… Cismen çok yakın ama ruhen çok uzak kaldığımız insanlar eriyip giderken kendi ellerinizle inşa ettiğimiz küçücük dünyalarda mutlu olmaya çalışıyor, mutlu olabileceğimizi ve kalabileceğimizi düşünüyoruz…
Bilim-kurgu filmlerindeki 'tanımlanamayan bir cisim' değil bu yaklaşmakta olan… Oysa tehlike bağıra bağıra geliyor… Varlıklarından ancak öldüklerinde haberdar olduğumuz insanlar arttıkça, toplumsal sağlığımızın cinnete doğru yol aldığını fark etmemiz gerekiyor…
***
Artan karşılıksız çek ve senetler, her gün yeni numaralar eklenen icra mahkemeleri, boşanma oranındaki artışlar, suç oranları neyin işareti?
'Büyüyoruz, uçuyoruz, rampadaki füze gibiyiz' edebiyatı bu sosyal ve ekonomik çöküşü örtmeye yetmiyor… Bir türlü hangardan çıkamayan yerli uçak Jupiter'e gitse ne olur, açlıktan ve yokluktan intihar eden insanlar arttıkça!..
En kolayı, intiharın 'dinimizdeki hükmü'yle konuyu savuşturmak değil mi? Yanı başımızda çöken ve çökerken küçücük çocuklarını da yanına alan bitmiş hayatlardan dinen sorumlu değilmişiz gibi, gerçeği ıskalaya ıskalaya!.. Sahi, bu acı tablolar karşısında 'Ama o kadar yol yapıldı' klişeleri hangi dramı bastırmaya yeter?
Her defasında sırıtarak açıklanan yerli otomobil, asfalta indiğinde siyanür mü taşıyacak, "Bu dünyada olmadı, belki başka dünyada olur" diye düşünen, cinnet geçiren ailelere?
Ekonomideki iyi gidişatı açıklamaya yarayan ama gerçekte öyle olmadığı bilinen rakamlar, adaletsizlik sonucu yok olmaya yüz tutan 'toplumsal dayanışma duygumuz'u, yokluğu bile paylaştırabilen kardeşliğimizi geri getirebilecek mi?
***
Adını bilmediğimiz iki çocuk, adını bilmedikleri bir zehirle kıvrana kıvrana çekip gittiler bu gezegenden… Adaletsizliğimizin yüzüne tüküre tüküre…
Onlar şimdi gerçek anlamda Fırat kenarında kaybolan kuzular… Ne yazık ki onları dert edecek Ömerler yok… Vaziyeti 'idare etmeye çalışanlar' var da 'idareciler' yok!.. Alimin ölümü nasıl ki alemin ölümüyse, 'bir çocuğun bu şekilde ölümü de adaletin ölümüdür' diye hesap yapacak olanlarımız azalıyor maalesef…
***
O çocuklar, günahsız geldikleri bu dünyadan günahsız gittiler… Ya biz? Seçenler, seçilenler, adaletle hükmetmesi için görev alanlar, milletin derdini yüklenmesi gerekenler, açı doyurmak, çıplağı giydirmek mecburiyetinde olanlar, komşusun yarasına merhem olması şart olanlar, milletin mukadderatını kendilerinin ve yakınlarının mukadderatından üstün sayması icap edenler?
Vicdanlarımızı daha ne kadar oyalayabiliriz? Bir el uzatımlık mesafeye düşen dramlara kayıtsız kaldıkça daha büyük toplumsal cinnetlere yürüdüğümüzü daha nasıl fark etmeyiz?
Dünyevî anlamda sahip olduğumuz hiçbir ama hiçbir büyüklük, masum bir çocuğun ahından büyük olamaz… Dünyaya dair hiçbir gerekçe, bir ihtiyaç sahibinin, bir mazlumun, bir garibanın derdini, feryadını veya mahcup sessizliğini yok saydıramaz…
***
Vatandaş olabiliriz, yoldaş olabiliriz, soydaş olabiliriz, dindaş olabiliriz ama kabul edelim ki ülkemizde meydana gelen her acıda maalesef 'paydaş'ız… Az veya çok bu türden her olayda parmak izimiz var, ihmalimiz var, kusurumuz var…
Aylardır kirasını ödeyemediği evde, iki küçük çocuğu soğuktan donmasın diye saç kurutma makinesini açan ve kendisi diğer odaya geçip intihar eden anne neyi anlatarak gitti bu dünyadan? O saç kurutma makinesi vicdanları da mı kurutup gitmişti yoksa?