İbret olsun!
Olağanüstü dönemler, olağanüstü mağduriyetler doğuruyor... Hak arama ve denetleme mekanizmaları zayıfladıkça telafisi zor yaralar açılıyor... Sonra devlet uluslararası mahkemelerin kapılarında kendisini savunmak mecburiyetinde bırakılıyor...
Adil olmayan rejimler ne kadar kudretli olursa olsunlar en sonunda kaybediyorlar... Kaybederken de ülkeye de kaybettiriyorlar... 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri bu gerçeği doğrulayan iyi birer örnektir...
Hiç bitmeyecek, hatta Kıvrıkoğlu'nun ifadesiyle "1000 yıl sürecek" zannettikleri olağanüstü güce güvenerek hukuku askıya almışlardı... Yargının talimatla brifinge koştuğu bir dönemdi... Ne oldu? Şimdi ne 12 Eylül'ü, ne 28 Şubat'ı hayırla anan var...
Sağlığında, ellerindeki gücün sürükleyiciliği eşliğinde, yüzbinleri peşine takan 12 Eylül paşaları öldüklerinde neredeyse cemaatsiz gömüldüler... 28 Şubat rejiminin adaletsiz, baskıcı yöne ve oluşturduğu sis dalgası dolayısıyla bankacılık sistemi üzerinden ülkenin soyulmasına yaptığı aracılık, büyük tepki doğurdu, mevcut iktidara âdeta zemin hazırladı...
Hayat böyledir, güç giderken yanında her şeyi sürükler götürür... Oysa kalıcı olan adaletti... Her hâl ve şartta savunulan adalet, gücün de kaynağı olmalıydı...
***
Ergenekon Davası ibret olmalı... 'Pardon' noktasına gelindi... 'Pardon' denildiğinde sanki her şey unutulacak ve hiçbir şey yaşanmamış sayılacak!..
FETÖ davaları da bu anlamda adaletin yüzünü ağartacak şekilde ilerlemiyor... Darbe teşebbüsüyle hiç ilgisi olmayanların mağdur olduğu ama dün iş birliği yapılan 'krem tabakası' yurt dışına kaçarken, onlara teşvikler sağlayan, okullarına arsalar, bankalarına lisanslar veren, programlarında şeref konuğu olan, para hareketlerini organize eden, siyasette ortaklık edilen, Pensilvanya'ya turlar düzenleyen, siyasetçi, belediyeci, bir kısım büyük iş adamı vs. yurt içinde itibarlı bir şekilde gezerken, yüzbinlerin yaşadığı mağduriyetler akıl alır gibi değil...
Mahkemelerde beraat eden veya takipsizlik alanların işlerine döndürülmemesi hangi adaletle izah edilebilir? Bir iftira furyasıyla suçlu ile masumun birbirine karışması, en çok kimin işine yarar? Suçu farklı kesimlere yayarak sulandırmaya yarayanların mı, yoksa adaleti sağlamakla yükümlü devletin mi?
Kabul edelim ki bu bir toplumsal yara... Emniyet ve adlî tedbirlerle tek başına çözülemeyecek, toplumsal rehabilite programlarına, bilimsel yöntemlere ihtiyaç duyulan bir sorun...
Hâl böyleyken, suç unsuru olarak sunulan gazete sahibinin, sendika yöneticisinin, kimi banka yöneticisinin koruyup kollandığı, "Hangimiz yapmadık ki?" diyenlerin önce bakan sonra da büyükşehir belediye başkan adayı yapıldığı, en alttakilerin, safların, konunun darbe boyutundan habersiz olanların veya bunlarla hiç ilgisi bulunmayanların mağdur edildiği bir düzen ne kadar samimi olabilir?
***
Biz hatırlatmaya devam edelim o gerçeği:
Adaletiniz yoksa hiçbir şeysiniz... Makamlarınızla, arabalarınızla, arazilerinizle, paralarınızla ve alkışçılarınızla birlikte evrende ne kadar çok yer kaplarsanız kaplayın hiçbir şey...
Büyüyen taşınır ve taşınmazlarınız, sahip olduğunuz varlıklar, adaletinizi değil de kaybetme korkularınızı besliyorsa, kazandıklarınız kaybettiklerinizin yanında birer hiç olarak kalıyor aslında... Ömer bin Abdülaziz bir Emevi halifesiydi ama kimse onu Emeviliğiyle anmaz... O, zamana muhteşem adaletiyle damga vurdu ve iki buçuk yıla sığdırdığı halifelik onu tarihe 'İkinci Ömer' veya 'Beşinci Reşat halife' olarak geçirdi...
Habeşistan'ın Hristiyan kralı Necaşi, hicretle kendisine sığınan ilk Müslümanlara yüz vermedi ve inanmadı... Zindana atılmak üzere olan Müslümanlar "Bizi buraya Hz. Muhammed gönderdi... Orada adil bir kral var" deyince kalbi yumuşadı ve müşriklerin tahrikine kapılmadı... Adil oluşu, ülkesini Müslümanlar için 'emin topraklar'a dönüştürdü...
Kişiden adalet duygusu çıkıp gittiğinde o kişi nasıl 'ruhsuz bir et yığını'na dönüşüyorsa, devletlerden de adaleti çekip aldığınızda geriye 'zamanın aşındırmasına müsait' mekanik bir yapı kalıyor; sonunu bekleyen, sonu için gün sayan...