GATA'da bir adam
Her toplumun dini kendisi için önemlidir. Bunun aksini kimse ispat edemez. Öyle ise soru şu: MS 380'den ta Rönesans dönemine kadar bütün Batı dünyası, Hıristiyanlığın katıksız kontrolü altındaydı. Roma yıkıldıktan sonra okuma yazma bilmeyen krallar vardı ve bütün kralların bürokrasisini kilise yetiştirmekteydi.
Buna rağmen Batı dünyası laik toplumlara dönüştü. Kilise kendi sınırlarına çekildi.
Aynı şey İslam dünyasında başarılamadı. Bunu başarmak için yola çıkan tek ülke elbette Türkiye'dir. Lakin geldiğimiz noktada anayasal düzeni, laik toplumsal sistemi hazmedemeyen, halen daha "medeni kanunla savaşımız var" diyen, "Allah her şeye karışıyor da bir tek devlete mi karışamıyor" düz mantığı ile Allah'a devlet yönettireceğini sanan kimselerin varlığı devam ediyor.
Niye?
Batı dünyasında devletler, kilisenin egemenliği altındaydı, İslam dünyasında ise ulema her zaman padişahlara bağlı olmasına rağmen Batı'da devlet-din-toplum ilişkisi sağlıklı yürüyor da Türkiye'de neden bir türlü dengesini bulamıyor?
Bu büyük sorunun cevabı elbette çok uzun. Bunu biliyorum. Ancak, Türkiye'deki dindarlaşmanın seyri ile dini eğitim, dini eğitim ve ürettiği zihniyetle toplumsal ilişkiler ve siyaset arasında tarihsel arka planı olan bir geçmiş var.
Şu sıralar TRT'de "Uyanış, Büyük Selçuklu" diye bir dizi başladı. Hiç merak ettiniz mi Selçuklu neye uyanmaktadır diye.
Söyleyeyim.
Memlüklülerde başlayan, Hz. Ali soyundan gelen İmam İsmail'in adını kullanan bir grup, kendilerine İslami bir anlayış, bir tür itikat, bir çeşit mezhep veya yol üretti. İşte onlar, başta Türkmenler olmak üzere Anadolu ve İran içlerinde bunu yaymak için gizli bir örgüt kurdular. Bu örgütün en büyük siyasi düşmanı da Selçuklulardı.
Medrese kurdular.
Ticarete el attılar.
Saraya sızdılar.
Hem sapık dini anlayışlarını yaydılar ve hem de gözünü kırpmadan davası uğruna ölecek fedailer yetiştirdiler. Selçuklu bu düşmanın politikalarına karşı Sünni İslam yolunu seçti.
Peki, tarihsel arka planda başka neler var?
Selçuklular, İsmailiye gibi dinin sapık kolları olarak gördüğü akımlara karşı tıpkı onların yaptığı gibi medreseler kurdu. İşte mesele tam buradan başlar.
Nizamiye medreseleri Bağdat'tan Anadolu'ya her yerde varlık gösterdi.
Ancak her şey düz bir çizgide yürümedi. İlk kurulduğunda Sünni dünya da da birbirine benzemez dini anlayışlar vardı. O dönemde üç önemli hoca etkiliydi. Taftazanî, Şirazî ve Güveyni.
İslam dünyasında Abbasi halifesi Memun'la başlayan bilim, sarayda mutezilenin (akılcıların) hâkim olduğu dönemde filizlendi. İbn-i Sina, Farabî gibi filozof teologlar bu dönemde yetişti. Daha sonra mutezile yerine Eş'ariciler hakim olunca devletin bilim politikalarının bakışı da değişti ve 12. Asrın ikinci yarısından sonra bilim Batı'ya doğru göç etmeye başladı.
Selçuklu Nizamiye medreselerinde de benzer durum yaşandı. Az çok nakilcilerin dışında kalan ve medreselerde ders veren hocalar gitti, yerine Güveynî'nin öğrencisi Gazalî'nin etkili olduğu süreç başladı.
Osmanlılar kurulduğunda Hanefilik çok önemliydi. Akıl (Maturidi bakış), nakilci ve tekrarcı anlayışın önünde gitmekteydi. Fatih'ten sonra, devran döndü. Medrese, akılcılığı bırakıp nakilciliğe (eş'aricilik) yöneldi.
Zihinler kapandı.
İslami katı kurallar, özgürlüklere kapalı bir din yorumu benimsedi. Hadis vahyin önüne geçti. İnsan yorumu, Allah'ın buyruklarından daha önemliymiş gibi önem kazandı.
İşte bu büyük dönüşüm, kapalı din anlayışını insanların zihinlerine kazıdıkça toplumsal akıl büzüldü, büzüldükçe ve daraldıkça Osmanlı geriledi, sonunda yıkıldı.
Şimdi kimi cemaat ve tarikatlarda, kimi gazete ve televizyonlarda gene ortaya çıkıyor, saçmalıyor, güya Allah'ın dinini tebliğ etmiş oluyor. GATA bunun son örneği. Daha aşırısı ise "Türkler kâfir" diyen, "kızları okula gönderiyorlar diye" gerekçe gösteren Arap kökenli İslam yorumlarıdır.