Ergenekon ve kapatma davasına tepeden bakmak!
15 gün, dünyaya tepeden baktım! Tepeden dediysem, uçak yolculuğu dışında uzaya çıkmadım, ama 2000 metrelik Figanoy Yaylası’ndan, vadileri örtmüş bulutların üzerinden zirveleri görünen dağları, Karadeniz’i seyrettim.
* * *
Bu zirveler, insana çok farklı bir ufuk kazandırıyor. Beş yaşına kadar buralarda yaşadığım için sanki bu topraklardan aldığım ilk elementlerin ana kaynakları beni geri çağırıyormuş gibi dayanılmaz bir özlem içinde her yıl neredeyse tavaf ettiğim Maçka yaylaları, insanı dünyaya tepeden bakmaya mecbur ediyor. Volkan Konak da Maçka konserinde öyle diyordu.
10 yıllık ayrılıktan sonra 15 yaşında Figanoy Yaylası’na geldiğimde, rahmetli büyükbabamın yaylanın bir ucundaki evinden 100 metre ötedeki kara taşlarda oturmuş, sabahtan akşama kadar orada kalmıştım. Karadeniz ile gökyüzü arasındaki ufuk çizgisi karayı yutacakmış gibi daha yüksekte duruyordu. Fakat, denizin öte yakasını, özellikle Kafkasları da görüyormuş gibiydim. Burada, tarih gözümün önünde canlanıyor, karşı kıyılardaki kale kuşatmalarına katılıyor, kalelerden er dileniyordum. Burada, hava basıncının etkisi midir bilmiyorum, coşkulu bir ruh hali içine girersiniz. Deniz seviyesine indiğinizde gördüklerinizin bir rüya olduğunu zannedebilirsiniz. Zaten rüya gibidir.
* * *
Neden sonra güneş, denizin içinde kaybolurken üşüdüğünüzü hissedersiniz. Hava kararmaya başlayınca ben de üşüyüp eve dönmüştüm. Bir gün böyle geçmişti. Büyükannem, “Büyükbaban da, kurt deden de bazı günler akşama kadar bu taşlarda otururdu” deyince şaşırmıştım!
İşte bu dağlardan bakınca, Türkiye’nin içinde bulunduğu hercümerç, Ergenekon davası, AKP hakkında açılan kapatma davasının sonucu, siyasi parti sözcülerinin demeçleri, insana çok küçük ve basit geliyor.
Çünkü, burada Karadeniz’in üzerinde biriken buhar, hemen her gün, Nihat Genç’in köyünün üzerinden geçip, Maçka’ya girişte tünelin üzerinde yükselen tepeye çarpıyor, orada yağmura dönüşmeye başlıyor. “Sen yağmur ol ben bulut, Maçka’da buluşalım” türküsü, herhalde buradan esinlenerek yakılmıştı. Dolayısıyla buradan yetişen insanlar da yağmur gibi, fırtına gibi veya yaylaların yakıcı güneşi gibidir.
Öyle olunca gerçeği haykırmaktan çekinmezler. Çünkü her an doğanın gerçekleri ile baş başadırlar; doğayla barışıktırlar.
Doğayla bu kucaklaşma, doğanın içinde kayboluş sırasında gerçekten bu siyasi yargılamalar insana komik geliyor.
* * *
Fakat, buralardan tapu kadastro geçtikten sonra, köylülerin arazilerine sahip çıkmak için yargı yoluna başvurmalarını görünce, bu doğal hayatı birbirine zehir etmek için insanoğlunun ürettiği hileleri hatırlıyor, dolayısıyla gerçekler yüzünüze çarpıyor.
Düşünün ki, sadece Ocaklı köyünde 85, Maçka genelinde ise 1500’den fazla köylü, Orman İşletmesi aleyhine veya birbiri aleyhine Tapu Kadastro Mahkemesi’nde dava açmış durumda.
Buralarda kadastro, ihaleyle yaptırılmış. Vatandaş hem birbiriyle, hem devletle ihtilaflı duruma getirilmiş. Bu yetmezmiş gibi Maçka ile Akçaabat arasında da yayla sorunu çıkarılmış! Yüzyıllardır Maçka köylülerinin kullandığı yaylaların bir kısmı Akçaabat üzerine yazılmış. Şimdi bu durum düzeltilmeye çalışılıyor, ama her an kan çıkabilir! Peki ne gerek var bu zorlamalara!
* * *
İşte, bu doğa içinde bile insanların kurduğu saçmasapan düzenler, kavga tohumları ekmekten başka hiçbir işe yaramıyor. İnsanoğlu, yaradılış gayesini unutuyor, komşusunun, hatta akrabasının toprağına bile göz dikebiliyor. Eh adaletsizlik, köyde başlayınca şehirde ne olur, ülkede ne olur? Üç beş metrekarelik toprak için köylüler birbiri ile ve devletle davalı olur da başkaları buralara göz dikmez mi?
Ve dünyanın en zengin bitki örtüsüne sahip bu topraklara kem gözle bakanlar, sinsi yöntemlerle Trabzon’a, Rize’ye, Artvin’e, Giresun’a, Ordu’ya yerleşmek için binbir hile düşünmez mi?