Deliliğin sınırında…
Yekten söyleyeyim;
Meral Akşener''i, dinlerken sinirlerim bozuluyor!
İster TBMM Grubu''nda konuşuyor olsun, ister katıldığı bir televizyon yayınında soruları cevaplandırıyor ve dahi ister karşılıklı, samimi bir sohbet anı; değişmiyor.
Anlattıkça, önce genzim yanmaya başlıyor. Peşinden, burnumun dipleriyle, gözümün derinleri arasındaki yolu sel basıyor.
Sonrası bir çetin mücadele; taşmasın dışarıya diye…
Dudaklarımı ısırıyorum; yok.
Başımı yukarı kaldırıyorum, nafile bir bent oluşturma çabası; ama, ı-ıh…
Akacak yaş durmuyor gözümün pınarında.
*
Konu Akşener değil. İYİ Parti Genel Başkanı''nın anlattıklarını başkasından da, kimden dinlesem, biliyorum aynı kimyasal kalkışmaya girişir bünyem;
Ama uzunca bir süredir en çok, en sık, en yoğun o anlatıyor.
*
Güç bela da olsa ve şükür ki hâlâ tenceresi kaynayabilen evlerimizin az ötesinde, belki hemen arka sokağındaki yokluğa, her gün kenarından geçtiğimiz mahallelerin içerilerinde yaşananlara, -yaşanamayanlara aslında- eriyen, çürüyen, tükenen, tüketilen hayatlara o ayna tutuyor.
Yediği önünde, yemediği arkasındaki yaşıtlarıyla eşit haklara sahip olarak doğdukları ve bir "sosyal devlet"in vatandaşı oldukları halde kemikleri sayılan çocukların hafifliğini, her birimiz, ama en çok da kendini "devlet"leştiren iktidarın sırtına, taşınmaz ağırlıktaki bir yüke o dönüştürüyor.
Zira "devlet"; giydiren, ısıtan, okutan, doyurandır da…
*
Toplumun bir kesiminin, sanki bir mikrop, virüs, bulaşıcı bir hastalık, dahası suç, ayıpmış gibi görünce yolunu değiştirdiği, tiksindiği, izole olmaya çalıştığı derin yoksulluğa toslamamızı sağlayan makası o atıyor algımıza.
Duymayan, bilmeyen, -hoş herkes duyuyor, herkes biliyor, herkes iliklerine kadar hissediyor da- duymazdan, bilmezden, görmezden gelmeyen kalmasın, fani dünyadaki hesap vakti saati geldiğinde kimse "Ben dün duydum"culuk oynayamasın diye o soyuyor matruşkaya çevrilen "gerçeğimizin" üzerindeki bütün örtüleri…
*
Dün sabah, bilgisayarın karşısına geçtiğimde bilseniz ne motiveydim; "Türkiye Hava Yolları" garabetinin temeli olan şuur altını ifşalayan belki bininci yazımı yazmaya!
Ne heveslenmiştim; HDP''nin Öcalan''a doğru başlattığı yürüyüşün aslında AK Parti''den başka yere çıkmadığını işaret ettiğim o birkaç satırlık yazının suya atılmış küçük bir çakıl taşına dönüştüğünü ve etrafında halkalar oluşturmaya başladığını görünce. Nasıl sabırsızdım mevzunun derinlerine inmeye.
Bir annenin çaresizliği çökene kadar yüreğime.
En tetikte oldukları anda kilitlenip kaldı parmaklarım klavyenin üzerinde.
*
Anlatıyordu işte;
Yine…
Çocuğuna yedirecek yemeği olmayan anneleri, okul harçlığı veremeyen babaları…
Anlattıkça, ev diye sığınılmış izbeliklerin rutubet kokusu bütün odayı sarıyordu.
*
Anlattıkça, bir kere daha anlamaya çalıştım; anlayamadım;
Bu ülkede, midesi sırtına yapışmış halde uyanan çocuklarına bir kahvaltı sofrası kuramayan anneler olduğunu bilmek…
Bu ülkede, günlerce boğazından bir bardak süt, bir yumurta geçmeyen çocuklar olduğunu bilmek…
Bu ülkede, okula "aç" giden çocuklar olduğunu bilmek…
Bu ülkede, okula "beslenme" götüremeyen çocuklar olduğunu bilmek…
Bu ülkede, sıra arkadaşının beslenme çantasındaki bir dilim peynir ekmeğe, bir küçük elmaya bile yutkunan çocuklar olduğunu bilmek…
Bu ülkede, altı bezlenemeyen bebekler olduğunu bilmek…
Bu ülkede, annelerin yenisini saramama korkusuyla çişli mi, kakalı mı bakamadığı tek bezle günü geçirdiği için pişik olan ve o acıyı dindirebilecek merhemi olmadığından, ağlaması hiç dinmeyen bebekler olduğunu bilmek…
Bu ülkede, ateşler içinde yanarken muayene olamayan, bir meçhul akıbete terk edilen bebekler olduğunu bilmek…
Bir şurubun hak görülmediği bebekler…
Acı çeken bebekler…
Açlık çeken çocuklar…
Çocuklarının yüzüne bakamayan babalar…
Kucaklarında ağlayan, inleyen, kıvranan evlatları için hiçbir şey yapamamaktan kahrolan, aklını kaybetmenin sınırında olan anneler…
Bir tas çorba ya… Bir tas çorbayı pişirebilecek malzemeyi bulamayan anneler…
Muhtaçlıklarından bile menfaat sağlamaya çalışan bir düzenin içine sıkışıp kalmış anneler…
Soğan olsa salçası olmayan, salçası olsa patatesi olmayan, patatesi olsa yağı olmayan, yağı olsa tüpü, gazı olmayan evler olduğunu bilmek bu ülkede…
Hiç mi utandırmaz kendini "devlet" ilan edenleri?
Hiç mi azap olmaz içlerine?
*
Laf olsun diye değil samimiyetle özdeşleştirdiğiniz hangi uzvu, organı varsa insanın ta oramdan soruyorum bu soruları…
Birkaç gündür oğlum hasta, ateş, enfeksiyon, kusma… İki kaşık çorba içiremedim diye yaşadığım sancıyı bir ben biliyorum…
Doktora götürene kadar yaşadığım korkuyu…
İlaçlarını içene kadar nasıl hırpalandığını…
Evladım karşımda inim inlerken onun için ne doktor, ne ilaç, ne iki kaşık çorba; hiçbir şey yapamıyor olsam…
Yapamayan annelerin var olduğunu bildikçe, onların halini düşündükçe deliriyorum…
Ve on binlerce annenin bu deliliğe prangalandığı bir ülkede, "dar gelirliler dışındakilere kâr ettirmekle övünme" pişkinliğini aklıma aldıramıyor, vicdanıma sığdıramıyorum.
*
Ne olur kusura bakmayın;
"Yaşamak" gibi en temel hakkımızın bile sürdürülebilir olamadığıyla yüzleştiğim her anda olduğu gibi bugün, şu anda da sizinle paylaşacak daha büyük, daha gerçek bir mesele olduğunu sanmıyorum.