Çok da takılmayın o "kavga" işlerine…

Değil EYT, değil Tank-Palet, devletin anahtar teslim şimdi "FETÖ" denilen yapıya tahsisinden tutun da, çözüm sürecine kadar, iktidar ile muhalefeti karşı karşıya getiren ne varsa fark etmiyor. İstisnası olmakla birlikte, TBMM'deki "gerilim" süreci genelde şöyle işliyor:

Genel Kurul salonunda öyle ellerini kollarını sallaya sallaya, üzerlerine yürüyerek, en ağıza alınmayacak laflarla birbirlerine giren "vekil"lerimiz, kulise geçince a-aa bir bakıyorsunuz "can-ciğer" samimiyetinde…

Çaylar, kahveler, espriler, sarılıp öpüşmeler…

Tekraren gördünüz işte en kanlı-bıçaklı olanları bile "nezaket" başlığı altında pekala el sıkışabiliyorlar.

Keza, stüdyoların terk edildiği, masaların yumruklandığı, bardakların fırlatıldığı tartışma programları… On dakika önce kamuoyu önünde birbirlerine en ağır yakıştırmaları yapanlar, on dakika sonra güle oynaya çay-çorba içmeye gidiyorlar.

Seçim süreci boyunca kanal kanal gezip "Millet İttifakı"nı, "HDP" ve dolayısıyla "PKK"yla ittifakla suçlayan gazeteci müsveddelerinin, TBMM koridorlarında karşılaştıkları HDP'lilerle "abi"li hitaplarla kucaklaşmalarına tanık olmayan meslektaşımız pek azdır herhalde Ankara'da!

Peki ya etkiledikleri kalabalıklar?

Ya "günlük hayatlarını" o vekillere, o gazetecilere, o "kanaat önderleri(!)"ne göre pozisyon alarak sürdürmeye çalışanlar?

Partilerine, vekillerine, fikirlerine "sahip çıkma" duygusuyla o "kavga"ları sosyal ilişkilerine, işyerlerine, alış verişlerine, selam-sabahlarına ve hatta aile içine taşıyanlar?

Benimki de soru; onları düşünen mi var?

Sonra bir de pişkin pişkin "Nasıl bu kadar bölündük, nasıl bu kadar nefretle dolduk, nasıl bu kadar düşmanlaştık birbirimize" diye ağlaşıyorlar.

Acaba nasıl?

SORU-YORUM

CHP'liler ne zaman "hesap günü"nü hatırlatsa, AK Partililer hop oturup hop kalkıyor, "Bizden ancak halk hesap sorar" diyor ve sandığı işaret ediyorlar. Ya yargı? Bir "hukuk devleti"nde, yargının, -suça bulaşması halinde ve ilgili kanunlar uyarınca- siyasi iktidardan hesap sorma gücü, yetkisi, bağımsızlığı yok mudur?

"Şahsım" sıkıldı…

14 Nisan 2011 tarihli Yeniçağ'ın manşeti "Devlet benim"di.

16 Mart 2016'daki yazımın başlığı "14. Louis sendromu".

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, adım adım nasıl şahıslaştırıldığının yıllarca, defalarca yazıldığı bir mecrada, "fiili durum resmileştikten" yani atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra başlayan "şahsım" polemiği, ne yalan söyleyeyim, hiç heyecanlandıramadı beni…

Sanki benzeri sözler daha önce hiç söylenmedi.

"Eve dönüş"e dair…

Teröristlerin "dağdan inmeye" ikna edilmesi yahut terör örgütlerince "suça zorlanan" çocuklarının dağdaki esaretlerinin sona erdirilmesi elbette takdire değer. Ve fakat "yasal bir zeminde" olur, önünde "çadır" sıfatı bulunmayan devletlerde bu işler.

Bu manada, Avukat Vural Ergül'ün, peş peşe gelen "ailelerine kavuşan PKK'lılar" haberleriyle ilgili sorgulaması dikkate değer:

- 16 Temmuz 2014'te yürürlüğe giren ve 9 Temmuz 2019'da kararnameyle yürürlükten kaldırılan Çözüm Yasası yerine sonradan bir "gizli kararname" çıkartılmadıysa, "ben silah bıraktım" diyen PKK'lılar nasıl ellerini kollarını sallayıp evlerine dönebiliyorlar?

Konumumuz: Hay hay…

Haber, "Erdoğan, '110 bin Suriyeliye vatandaşlık verdik, diğerleri için de vatandaşlık sürecini daha da arttırma konumundayız' dedi" diye veriliyor ama tam olarak böyle olmadı sanki…

14 Kasım 2019'da, ABD'de yapılan ikili görüşmede, Trump, "Suriyelileri vatandaşlığa alın" demişti.

Çok afedersiniz Trump da kimmiş, haddine mi onun böyle emir kipli cümleler kurmak Türkiye'yi yönetenlere; hemen düzeltiyorum:

14 Kasım 2019'da, ABD'de yapılan ikili görüşmede, Trump, son derece nazik, kibar ve dahi yalvar yakar bir üslupla "Bunları vatandaşlığa alamaz mısınız" demişti.

O gün ilan edilmemişti ama cevaben kendisine "Hay hay" denmiş belli ki;

"konunumuz" bu yani… Trump'ın arzusu, "konum" diye ilan ettikleri…

Ha şunu bileydin!..

İktidarının ilk gününden bu yana en büyük iddiası "dindarlık" olan AK Parti ve çevresinde, bu alanda yaşanan yozlaşma artık örtbas edilemez hale gelince, kırılan kolu yen içinde tutmak imkanı da kalmadı haliyle. Abdurrahman Dilipak, "İnsanlar bize bakıp dinden soğuyor. Birileri artık başlarını açsalar, yamyam birtakım insanlar dinden söz etmeseler, aslında daha iyi ederler sanki" diye yazdı -yaptığı yayınlarla, insanların dinden soğumasında en az siyasi iktidar kadar büyük pay sahibi olan- Yeni Akit'te.

Ha şunu bileydin!

İnsanların mesafesi "din"e değil "sizinle aynı dinden sayılmaya" sadece!

Yazarın Diğer Yazıları