Bir neslin mahçûbiyetisin sen...
Sen, öyle bir neslin mahçûbiyetisin ki, bugün isimleri dahi bilinmeyen, kabirleri bile unutulmuş, ölüm yıldönümleri bile hatırlanmayan, adı anılmayan belki bıyıkları bile terlemeden toprağa düşmüş, belki yeni başladığı ve gizli gizli içtiği bir paket sigarayı bile tüttürecek kadar ömür yaşamamış, belki uzaktan uzağa gönlünü kaptırdığı kıza bir "merhaba" bile diyememiş, belki tuttuğu takımın maçına gitmeye bile fırsat bulamamış, belki.. hâlâ taptâze sıcaklığını iliklerimize kadar hissettiğimiz ve adına 'ocak' dediğimiz o yuvaya belki bir kez girmiş ve yeniyetme hayatını kör bir kurşunla kaybetmiş nesillerin mahçûbiyetisin...
Sen, öyle bir neslin mahçûbiyetisin ki, gözlerine sarılık çökmüş ve kalan ömrünü neredeyse günlerini sayacak kadar bilen fakat o son günlerini bile arkadaşlarını düşünerek yaşayan, bir zeytin tanesini bölüşen, buzdan soğuk Ankara gecelerini gündüzlerine katarak taş duvarların arkasındaki arkadaşları için, onların aileleri için dertlenen, her ânını onların dertlerine ortak olmak için yaşayan, onlara derman olabilmek için adeta dilencilik yapan, taş ve soğuk duvarların arkasındakilerin arkalarında bıraktıkları ve adına 'ocak' dediğimiz evimizin dumanını tüttürmek için insanüstü gayretler kuşanan, "Hele bir taş duvarların ardındakiler çıksınlar, her şey güzel olacak" diye iman eden bir neslin mahçûbiyetisin sen...
Sen...
O taş duvarların ardından çıkıp geldikten sonra, varıyla yoğuyla, gece gündüz demeden, aç bîilaç, yorgun, bîtâb, çelimli çelimsiz, sizinle yol yürüyen, kelâmın haysiyetini yakışıp yakışmadığından şüphe etmeksizin üzerinize giydiren, kendilerini hep sütre gerisinde tutup sizi ön plana çıkaran, fedakâr ve samimi bir neslin mahçûbiyetisin sen...
Sen...
Ateşi hiç eliyle tutmayan sen, senin için ateşi tutanları hep yarı yolda bırakan sen...
Elli kelimelik 'Yenimahalle jargonu'nla elli yılı tüketen sen...
Hep karanlıklar içinde bir gölge gibi yaşayan sen...
Sen, kadroya girebilmek için senelerce saha kenarında sabırla düz koşu yapan, oyunun hep son dakikalarında sahaya sürülen ve teknik direktörünün faul talimatıyla sahayı savaş alanına çevirip adam gibi bir tekme bile atmadan, federasyonun himmetleriyle teknik direktörüne maç kazandıran sen...
Sen...
Şimdi yine kırmızı kartlısın, yine cezalısın... Zayıf düşmüşsün... Kızgın ve kırgınmışsın... Soğumuşsun ve kopmuşsun...
Alışkınsın ama, biliyorsun bunu değil mi?
Telefonunu açık tut sen yine de...
Belki yine teknik direktörün çağırır seni bir gece yarısı kahve içmeye...
Yine koşa koşa gidersin son dakikalarda oyuna girmek için, son dakikalarda kaybedilmiş maçları federasyon himmetleriyle kazandırmaya...
Ve sonra...
Yine evine gönderilirsin...
Alışkınsın ama, biliyorsun bunu değil mi?
Ve müstahaksın da...
Çünkü sen bir neslin mahçûbiyetisin...