Beckenbauer'in Süleyman Seba hayranlığı. Onun için arabayla 5 bin kilometre gitmişti
Beckenbauer öldü!
Aslında yanlış bir kelime bu. Efsaneler ölmez ki! Süleyman Seba gibi,
Evet... Alman futbolunun imparatoru Franz Beckenbauer de bir Süleyman Seba hayranıydı.
Uçağa binmekten korkan Süleyman Seba, Beckenbauer'in davetini kıramamış, tam 5 bin kilometre yolu onun için arabayla gitmişti.
Büyük usta Faik Gürses'le birlikte yazdığımız "Süleyman Seba eski dostlar anılar" kitabında Seba'yı arabayla götüren Erol Kaynar, yaşadıklarını anlatmış, ben de kaleme almıştım.
Burada Erol Kaynar'ın anlattıklarını aktarayım size...
Erol Kaynar'ın ağzından:
Yıl 1997. Kalyon Oteli'nin restoranındayız. Masada rahmetli Vedat Okyar, Sanlı Sarıalioğlu da var. Sanıyorum toplam 5 veya 6 kişiyiz. Yemek yiyoruz.
Hiç unutmam. Sanlı dedi ki;
- Süleyman abi. Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nde önemli bir maça çıkacak. Münih'te Bayern Münih'le oynacak. Gidecek misin maça?
- Yok canım! Ben uçağa binemem ki.
- Aman abi... Biliyorsun Bayern'in başkanı Franz Beckenbauer. Sizin için özel bir davet hazırlamış. Nasıl gitmezsiniz?
Araya Vedat Okyar da girdi. Süleyman abinin itirazlarına rağmen ısrar ettiler.
- Abi, diyorlar; ilaç alırsın uçağa binerken... Zaten 2-3 saat sürüyor. Gözlerini bir açmışsın Münih'tesin!
O hala direniyor!
Yemekte konu bir kaç kez dondu dolaştı yine Münih seyahatine geldi. Ben de içimden;
- Herhalde, diyorum; Münih'e de arabayla gitmek istemez!
Korkuyorum da;
- Ya derse!
Dedi sahiden de... "Gitmen lazım abi" ısrarlarından sonra birden bana döndü;
- Ne diyorsun Erol, dedi; gider miyiz?
Kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü! Ne diyeyim?
- Gideriz abi, dedim yarım ağızla!
Süleyman abi hissetti yarım ağızla söylediğimi. Hayatımda gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi. Seninle konuşurken içinden geçeni de anlayabilirdi. Bir süre sonra tekrar sordu;
- Erol bana bak! Gidiyoruz değil mi?
- Sen nasıl istersen abi, dedim.
Masadakiler de ona destek verdi.
Gecenin sonunda eve döndüğümde yatağa yattım ama gözüme uyku girmedi. Kara kara düşünüyorum; o kadar yolu nasıl gideceğiz, diye. Çünkü git gel 5 bin kilometre. Hadi yanımıza şoför alalım desek; Süleyman abi arabada tanımadığı birini de istemiyor! Sabahı zor ettim.
Sabah kalkıp da gazeteleri açınca bir de ne göreyim; Süleyman abi manşetlerde...
Karayolu ile Münih'e maça gideceği yazıyor. Götürecek kişi de benim! Tabi masada oturan gazeteci arkadaşlar hemen haberi yazdırmışlar gazetelere, artık benim için kaçış yolu da yok!
Öğleden sonra Avusturya'nın Graz kentinde öğrenim gören yeğenim Kerem Önal aradı. "Abi" diye hitap eder bana;
- Erol abi, dedi; onca yolu nasıl geleceksin araba kullanarak?
- Valla bilmiyorum Kerem, dedim; ne yapacağım bilemiyorum. Dura dura gelirim artık!
- Yanına yardımcı bir şoför ister misin?
- İsterim de Süleyman abi istemiyor ki!
- Burada bir arkadaşım var. Adı Hasan Özkan. Süleyman abinin de uzaktan akrabası oluyormuş. Zaten onun memleketi de Adapazarı. İstersen uçakla gelsin İstanbul'a, birlikte dönersiniz. O da iyi araba kullanır!
- İyi olur. Bir tanıştırırım burada. Bakarsın akrabam diye kabul eder.
Telefonu kapattığımda içime bir ferahlık doldu. Yerde milyon dolar bulsaydım o kadar sevinmezdim. Hemen getirttim Hasan'ı İstanbul'a. Sıra gelmişti Hasan'ı Süleyman abiye kabul ettirmeye...
Yola çıkmadan bir gün önce akşam yine Süleyman abiyle yemeğe çıktık. Ben yanımda Hasan'ı da götürdüm ve Süleyman abiye yeğenim diye tanıştırdım. Sonra da izin istedim;
- Abi, dedim; Hasan Avusturya'dan geldi. Eğer izin verirsen masada bizimle oturabilir mi?
Akşam masalarında tanımadığı birisinin oturmasını istemezdi, sevmezdi Süleyman abi. İstemeye istemeye;
- E hadi otursun bakalım, dedi.
Başladık yiyip içmeye... Ben Süleyman abinin keyifli olduğu anı kolluyordum. Baktım ki iki dubleden sonra yüzü gülüyor;
- Süleyman abi, dedim; Hasan aslında sizin akrabanız oluyormuş. Adapazarlı ve de Çerkez!
- Yaa, öyle mi? dedi; sen kimlerdensin söyle bakayım!
Hasan babasının, dedesinin adını söyledi. Allaha şükürler olsun, sahiden de uzaktan akrabası çıkmaz mı? Derin bir nefes aldım. Sonra da;
- Müsade ederseniz Süleyman abi, dedim; Hasan da Avusturya'ya dönecek de, bizimle gelebilir mi? Hem araba kullanırken yardımcı olur bana da...
Neyse ki kabul etti teklifimi...
- Ohh be, dedim ben de içimden. Hiç değilse yorulunca direksiyonu ona veririm.
Ve sabah saat 8'de evinin önünde buluşmak üzere geceyi noktaladık.
SOFYA'DA OTEL HAPSİ!
Sabah tam dediği saatte Süleyman abinin evinin önüne geldim. Bir de baktım ki Ömer Güvenç orada Show Tv'den. Yanında kameraman Ümit Kül de var.
- Hayrola Ömer, ne arıyorsun bu saatte burada, dedim.
- Biz de geleceğiz sizinle, demez mi? Müdürleri Şansal Büyüka talimat vermiş, bizi takip edeceklermiş Münih'e kadar.
- Süleyman abinin haberi var mı sizin de geleceğinizden?
- Yoo! Biraz sonra olacak!
Süleyman abi de evden inip de Ömer'i görünce... Hele de bizi takip edeceklerini öğrenince... Yer yerinden oynadı! Bir bağırıyor ki, etraftaki evlerden pencereler açıldı. Millet ne oluyor, diye bakıyor!
Bana da kızıyor!
- Kim verdi bunlara haberi Erol, diye azarlıyor!
- Abi, dedim; gideceğimizi bütün gazeteler yazdı ya! Sağır sultan bile duydu!
Önce "Gitmeyelim o zaman" dedi, sonra "Hadi çık yola" dedi derken... Ben direksiyonda, Süleyman abi yanımda, yeğen Hasan arkada... Biz düştük yollara. Ömer de arkamızda. Bizi takip ediyor.
Bir süre sonra otobana çıkınca Süleyman abi;
- Erol, dedi; bas gaza da şu arkadakileri atlat!
Biraz hızlandım. Bu onu kesmemiş olacak ki;
- Bassana gaza kardeşim, diye bağırdı.
Ben daha da bastım. Bizde cip var, motoru güçlü. Ömer'in kullandığı araba daha küçük! Bu nedenle yetişemiyor bize. Ben bir yandan aynadan kesiyorum. Öyle ya; Ömer de arkadaşımız bizim. Yetişeceğim diye gaza basarken başına bir şey gelmesin!
Biraz gittikten sonra benzin alma bahanesiyle durdum. Ömer de o ara yetişti bize. Süleyman abi arabada otururken benzincide yanıma geldi;
- Yahu ne yapıyorsun? dedi; bu kadar hızlı gidilir mi? Öldürecek misin bizi? Sana yetişeceğiz diye araba parçalanacak!
- Ne yapayım Ömer, dedim; Süleyman abi istiyor. İstersen git yanına sen söyle yavaş gidin diye.
Söyleyemedi tabi... Ama ben de Ömer'le Ümit'in başına bir şey gelmesin de elimden geleni yaptım.
Ve sonunda geldik Bulgaristan sınırına... Pasaportlarımızı uzattık. Bizim Hasan'ın sorunu yok, benimki tamam! Süleyman abinin pasaportuna sıra gelince... Bulgar polisi;
- Siz giremezsiniz, dedi; vizeniz yok!
Süleyman abi;
- Ne diyor yahu bu adam? dedi.
Ben;
- Abi vizeniz yokmuş. Sizi alamazmış, dedim.
- Ne vizesi kardeşim? Bu yeşil pasaport. Cemil dedi ki yeşil pasaporta vize istemezmiş!
Süleyman abi devlet memuru olduğu için yeşil pasaportu var. Yeşil pasaporta Avrupa ülkeleri vize istemiyor ama Bulgaristan henüz Avrupa Birliği ülkesi değil, vize gerekiyor. Buna rağmen kulüp müdürü Cemil Ulusel "Vizeye gerek yok abi, istediğin yere gidebilirsin" demiş. Süleyman abi de ona çok güvendiği için koymuş vizesiz pasaportu cebine.
Süleyman abi kızarıyor, bozarıyor. Cemil Ulusel'e de verip veriştiriyor. O sırada yanında olsa bir kaşık suda boğacak! O kadar sinirli.
O sırada polis;
- Bu beyefendi Beşiktaş başkanı değil mi? dedi İngilizce; Süleyman Seba.
Süleyman abi kendi adını söylediğini duyunca adamın;
- Ne diyor bu herif Erol, dedi sinirli sinirli; beni almayacak mıymış yani?
- Dur bir dakika abi, dedim; seni tanıdı adam!
Polis Süleyman abiyi tanıdı da... Geri çevirmekten vazgeçti.
- Ancak, dedi; size Sofya'daki konsolosluğunuza kadar eşlik ederiz. Oradan vize alabilirsiniz. Almadan Bulgaristan içinde geçiş yapamazsınız, serbest de gezemezsiniz!
Süleyman abi bunu öğrenince rahatladı. Biz önde Bulgar polisi, doğru konsolosluğa gittik. Ancak biz gidene kadar akşam olmuştu ve konsoloslukta mesai bitmişti. Kapıdaki görevli Süleyman abiyi tanıyınca konsolosa telefon açtı. Kısa süre sonra konsolos yanımızdaydı. Ne var ki sabahı beklememiz gerekiyordu çünkü tüm birimler dağıldığı için vize alma imkanı yoktu.
Neyse ki konsolos devreye girdi, bir yerlere telefon açtılar ve bizim otelde gecelememize izin verdiler. Yalnız bir şartla... O da şuydu; biz vizemiz olduğu için gezip tozabilirdik ama Süleyman abinin otelden çıkması yasaktı!
Yine Cemil Ulusel'i andı!
Ben;
- Abi ben çıkıp dolaşacağım. Sen otelde kal. Sonra görüşürüz, diye takıldım.
Bir sinirlendi ki yine.
- Kızma be abi, şaka yaptım, dedim de sakinleşti.
Oturduk otelin restoranına. Hala sinirliydi. Hemen arabaya gittim. Ben tedbirli adamım. Yola çıkarken her şeyi düşünürüm. Arabadan bir şişe rakı aldım ve getirip masaya koydum.
Süleyman abinin keyfi nihayet yerine gelmişti. Zaten fazla yemek yemiyordu, yemek sorunu yoktu. Geç saatlere kadar otelde oturup sohbet ettik. Yemekte Ömer Güvenç de geldi yanımıza oturdu. Artık ona da kızmıyordu. Sonuçta Sofya'da otelde kaç Türk vardı ki; dışarı da çıkamıyorduk!
Sofya'daki otele sabah geldiler konsolosluktan. Süleyman abinin vize problemi kısa sürede halledildi. Ardından da otelden çıkıp, yola koyulduk.
Artık rahattık.
Ömer Güvenç'in peşimizden gelmesini sorun etmiyor, "Gaza bas gaza bas" demiyordu.
Yugoslavya'ya geçtik. Epey gittik. Öğlen vakti karnımız acıktı, yol üstünde bir lokanta görünce durduk. İçeri girdik. İngilizce selam verdim, içerdekiler yüzüme baktı garip garip. Bizim Hasan Almanca merhaba dedi, yine cevap gelmedi. Sonra anladık ki lokantada kimse Sırpça'dan başka dil bilmiyor. Ne İngilizce bilen var, ne Almanca!
Sleyman abi;
- Olsun, dedi; geçin oturun. Yemeğin dili mi olur? Gösteririz ne yiyeceğimizi, getirirler bize.
Geçtik oturduk. Garson geldi önümüze menüyü koydu. Kendimize göre bir şeyler seçtik. Süleyman abi;
- Erol söyle şu adama soğan getirsin, dedi.
- Soğan mı abi!
- Evet kardeşim. Bütün bir soğan istiyorum. Soymasın sakın!
Süleyman abi bütün soğan istiyor ki, ona yumruğu ile vuracak, cücüğünü çıkarıp yiyecek! Yemekleri beğenmemiş, soğanla idare edecek!
İyi de bunu nasıl anlatacağız garsona!
Ben anlatıyorum olmuyor. Hasan kendini parçalıyor, yok; anlamıyor adam! Süleyman abi de kızıyor bir yandan;
- Ulan bir soğanı anlatamadınız. Hay sizin bildiğiniz lisana, diye söyleniyor.
Süleyman abi kızdıkça Hasan da telaşlanıyor çocuk! Ne yapsın, Süleyman abi gibi biriyle daha önce ne seyahate çıkmış, ne de yemek siparişi vermiş.
- Abi dur ben şimdi anlatacağım garsona, bana bırak sen bu işi, dedi!
Başladı bağırmaya! Almanca, Türkçe karışık basbas bağırıyor!
Kelimeleri heceliyor, ayağa kalkıp anlatıyor, adam garip gözlerle Hasan'a bakıyor! Ne yapmak istediğine anlam veremiyor. Sonunda Süleyman abi;
- Yeter bu kadar, dedi; siz bu işi bana bırakın. Sakın ben anlatırken araya girip de işi karıştırmayın!
Zaten karışacak halimiz mi kalmış? Hasan da yorulmuş, ben de!
Süleyman abi adama;
- Heeyy! Bak buraya, diye bağırdı.
Adam bakınca da eliyle bir güzel soğan tarifi yaptı. Sonra da yumruğunu masaya bir vurdu! Ortalık sallandı!
Ama çok enteresandır, adam Süleyman abinin ne istediğini anladı iyi mi! Koşa koşa gitti, bir bütün soğanla geri geldi. Süleyman abi de yumruğunu vurduğu gibi soğanın cücüğünü çıkarıp yedi. Bu onun öğle yemeğiydi.
Neyse...
Sonuçta Avusturya'ya ulaştık. Yeğenim Kerem Önal karşıladı bizi. Güzel bir restorana götürdü. Yola çıktığımızdan beri ilk kez güzel yemeklerle, nefis bir ortamda karnımızı doyurduk. Bizi yemek yerken gören Türkler Süleyman abinin etrafında pervane oldular. Sadece Beşiktaşlılar değil; her takımdan insanlar "Sen bizim de başkanımızsınız" diyorlardı. Keyfi de yerine geldi. O gece Avusturya'da konakladık, ertesi gün de Münih'e ulaştık. 2.5 günlük yolculuk böylece sona ermiş oldu. Ama daha dönüşü de var tabi!
Süleyman abi;
- Erol. Sen de bizim otelde kalacaksın. Yerin ayrıldı, itiraz istemem, dedi.
Ancak otele bir girdik ki... O da ne! Bir kalabalık bir kalabalık! Türkiye'den maça gelen herkes orada. Bakanlar, milletvekilleri, gazeteciler, taraftarlar. Süleyman abinin etrafı bir anda sarıldı. Ben de sessizçe kaçıp başka bir otele yerleştim.
Süleyman abi için Beckenbauer yemek daveti düzenlemiş. Beşiktaş'tan 10 kişi katılacak davetli olarak. Süleyman abi benim de adımı vermiş. Ancak o dönem ben yönetici değilim. Orada yöneticilerin hemen hepsi var. Milletvekilleri bakanlar var. Onlar dururken benim gitmem yakışık almaz diye düşündüm. O "İlle de geleceksin" diye tutturdu ama bir şekilde kendimi kaybettirdim, gitmedim. Gitmemin yanlış olacağına inanıyordum çünkü.
Böyle bir adamdı Süleyman Seba...
Bir daveti geri çevirmemiş, 5 bin kilometre yolu arabayla katetmişti.
Alman futbolunun 'Kaiser'i yani İmparatoru saygıyla karşılamışkı onu. Onuruna davet vermiş, bundan da gurur duymuştu.
Süleyman Seba sonsuzluğa 2014'te göç etti.
Beckenbauer ise bugün...
Beckenbauer onu karşılamıştı Almanya'da yıllar önce.
Şimdi de Süleyman Seba onu karşılıyor öteki dünyada.