Analar işte o zaman ağlar!
Milliyetçiliğe hakaret anne vicdanları sömürülerek yapılıyor: “Analar ağlamasın” ..
Koskoca devlet, terör örgütü lideri Öcalan’la masaya oturmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası nasıl olması gerekiyor, onu tartışıyor.
Gerekçe:
“Analar ağlamasın!”
Oysa analar asıl, İslâm ile özdeşleşmiş Türklük ayaklar altına alındığında ve anayasa PKK’nın talepleri doğrultusunda değiştirildiğinde ağlayacaktır.
Çünkü Türk anası için evlâdı canından, vatan ve milleti de evladından değerlidir.
Öyle olduğu için askere gönderirken Mehmedine, vatana kurban olsun diye kına yakan tek kadın, Türk kadınıdır.
İsterseniz sözü somut bir örnekle bağlayalım.
Rahmetli Atilla İlhan 23 Şubat 2004 günü Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı “Hey Gidi, Habibe Kadın!..” başlıklı yazısında bakınız neler anlatıyor?
(...affedersiniz ama, peki siz o şiiri hatırlıyor musunuz? Ya Kemâlettin Kâmi Bey’i (Kamu)? Ben hiç unutmadım; bazıları, Necmettin Halil Bey’e benzetip, şiirine burun kıvırabilirler; beni hiç ’ırgalamaz’; dokuz on yaşlarımda nasıl ‘Kıraat Kitabı’mızdaki şiirini, heyecanla nasıl ezbere okuyabiliyorduysam; bugün, ‘seksenine merdiven dayamış’ bir “yurttaş’ olarak, yine ezbere okuyabilirim:
‘...İzmir kapılarında...’
“...belki şimdi sana son / sözlerimi yazmadan / gözlerim kapanacak / belki var daha beş on / dakikalık bir zaman / anne için yanacak / mektubum okunurken / beliren bir emeli / çok görme bana sakın / ben Tanrı’ya en yakın / bir yola sapıyorum / milletimin uğrunda / türbemi yapıyorum...”
Kim bilir, belki de çocukluğumu o ortamda geçirdiğim için, sözgelişi ninemin, yeşil gözlerinde garip bir ışıltıyla; “- ...duyduk ki, bizim asker Manisa’yı istirdat etmiş; sıra bize geliyor, diye bayram etmiştik: Menemen’deki bütün evlerde, genç kızlar, dikiş makinalarına oturup, bayrağımızı dikmeye başladılar!” dediğini, unutamadığım için; ya da annemin, “- ...bizim asker, kan ter ve toz toprak içinde, nihayet şehre girmişti; genç kızlar, ellerinde gülâbdânlar, onlara gülsuyu serpiyorlardı...” diye anlatırken; her defasında gözlerinden, iki sıra yaş indiğini hatırladığımdan, son mısraları okurken, büsbütün heyecanlanırdım:
“...mağdem ki gün gelecek / herkes aynı meleğin / önünde eğilecek / niçin o güne değin / çan sesleri duyayım / bugün de bir yarın da / bırakın uyuyayım / İzmir kapılarında...” )
‘İstiklâl Madalyası’na lâyık görülen kadınlar...’
O ‘kadınlar, bizim kadınlarımız’, o yıllarda ‘esâreti’de, ‘istirdatı’da, aynı yurttaşlık duygusu ve sorumluluğuyla, yaşamışlardı; yoksa, yoksa meselâ, içlerinden ’İnönü muhârebelerine bilfiil iştirâk etmiş bazıları, Cihet-i Askeriye’ce, İstiklâl Madalyası’na lâyık görülürler’miydi? Kim miydi onlar? Besim Hâdi ruhlarını şâd edelim:
“...Ali kızı Halime, Kara Osman kızı Fatma, Besim kızı Şükriye, Musa kızı Fatma, Veli Onbaşı kızı Ayşe, Molla İbrahim kızı Fatma, Ali kızı Ayşe, Molla Hasan kızı Fatma... vd.” Elimizdeki bilgiler, niye eksik? Niye meselâ, onların arasında, ‘Domaniç’li Habibe Kadın’da var mıydı, yok muydu; bunu bilemiyoruz? ’Habibe Kadın’deyip geçmeyin, bilindiği kadarıyla bile, yaşadığı müthiş çıkmaz; onun, çıkmaza bulduğu, çözüm yolu; romanı yazılacak, filmi yapılacak, bir insanlık dramını içeriyor. Bakar mısınız, Anadolu kadınındaki yüksek yurttaşlık bilincine, taşıdığı şeref ve haysiyet duygularının yoğunluğuna!
“...Domaniç’li Habibe Kadın’ın öz oğlu, İnegöl’de yaşarmış; besbelli günün birinde, Şeytan’ın iğvasına uyuyor; İnegöl’e giren Yunan İşgal Kuvvetleri’ne, yol gösteriyor; kılavuzluk ediyor! Habibe Kadın’ın, duyduğu an, beyninden vurulmuşa döndüğü, olay budur; bu olaydır ki, bir süre sonra sessiz sedasız yola düşüp, Domaniç’ten İnegöl’e inerek; beline sakladığı ‘lüver’iyle (tabancası), rastladığı ilk yerde, oğlunu tek kurşunla alnından vurup, yere sermesine neden olmuştur; ve yurttaşlık namusunu ve haysiyetini böyle temizleyerek; yine sessiz sedasız, yâni ardına bile bakmaksızın, geldiği dağlara, geri dönmüştür...”
“...o kadınlar bizim kadınlarımız...”