Altını olan kuralı koyar
Bizim çocukluğumuzda kuralları topun sahibi koyardı... Takımların nasıl belirleneceğine, kimin hangi mevkide oynayacağına o karar verirdi... İstediğini kaleye geçirir, kendisi asla geçmezdi... Becersin becermesin, golcü oydu... Maçın ortasında canı sıkılırsa da topu alır giderdi...
Katlanılması gereken 'o çocuk'tu... Çünkü topu vardı ve o yılların şartlarında bu fena bir ayrıcalık değildi... Top onun ellerindeydi ve kural koyucu oydu... Geri kalana, onun koyduğu kurallara uymak düşüyordu...
***
Sonra büyüdük ve Murhpy Yasaları'nı duyduk... Bizimkine benzer bir yasa vardı orada da... 'Altını olan kuralı koyar'dı... Bizim mahallelerin zengin ve şımarık çocukları şöhreti yakalayamasa da ABD'li mühendis Murhpy 1950'lerde ilginç yasalarıyla tanınan biri olmuştu dünyada...
Murhpy, "Altını olan kuralı koyar" demişti ama bizim Nasrettin Hoca ondan yüzyıllar önce parayı verenin düdüğü çalacağını duyurmuştu... 'Geri kalanlar, hangi vasfa sahip olursa olsunlar, karar anında zurnanın son deliğine dönüşür'ün bir başka anlatım biçimiydi bu...
***
Parası olanın elde ettiği güçle kuralları koyduğu ve oyun sürerken değiştirebildikleri bir dünyada yaşıyoruz... Güçle beslenen nobranlık, hayatın her alanında küstahlıkla karışık bir şımarıklık doğuruyor... 'Hak'tan değil, 'parayla elde edilmiş suni kaslar'dan devşirilen 'kural koyuculuk yetkisi', bulunduğu her ortamı, kirletiyor, zehirliyor, çekilmez hâle getiriyor...
Ehliyet ve liyakat sonucu elde edilmemiş unvanlar, hukuku, bilimi, kaliteyi ve başarı ihtimalini kovalamaktan başka sonuç doğurmuyor... 'Altını olanlar'ın, 'topu olanlar'ın ve 'düdüğü olanlar'ın baş tacı edildiği sistemlerde 'hak' değil, 'haksızlık' hüküm sürüyor...
***
Bugün dünya bu adaletsizliğin pençesinde... Sadece dışımızdaki dünyada mı? Bizdeki durum da aynı... Yönetici seçiliyor meselâ... Merak ediyorsunuz, "Bunun farklı veya üstün yönleri nelerdir?" diye... Defalarca aynı gerçeğe tosluyorsunuz ve bir kere daha diyorsunuz ki "Altını olan kuralı koyuyor"... Veya "Topu olan istediği mevkide, istediği gibi oynuyor"...
Ve can alıcı soru: Kabahat kimde? İtibar bekleyende mi, itibar edende mi?
Açlıktan göz kapaklarını açacak dermanı kalmamış Afrikalı Müslüman çocuğun bir pirinç tanesi gördüğünde gülümsemeye çalıştığı bir dünyada, bir Arap şımarığı, bir tabloya 450 milyon Dolar verebiliyorsa, öyle dünyanın adaletine yeryüzünün bütün mazlumları tüküremedikçe zaten adalet yoktur...
Aslında bizimki gereksiz bir asilik... "Ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerine / Bir yerinde demirden dağlar eriyor / Atlas yelkenli gemileri unutmuş bir kaç levent / Viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyor" dizelerin şairi Dilaver Cebeci'nin şairlik hakkını alamadan göçüp gittiği bu dünya neyi sorguluyoruz ki!..
***
Çocuktuk, 'topu olan'ın kurallarına uymak mecburiyetinde kaldık... Artık çocuk değiliz ve altını olanın kurallarına uymak, bunu sessizce kabul etmek, devlet hayatında ve siyasette bu zilleti üniforma gibi giymek mecburiyetinde değiliz... Başı dikliğin, irademizin ve özgürlüğümüzün kıymetini, o altınlar, o toplar, o düdükler tartamaz...
Çünkü bu hayatın sonunda 'ölüm' var... 'Ölüm' kâinattaki bütün canlılar arasında adaletle paylaştırılan tek hakikat...
Bir gün o altınlar da, toplar da, düdükler de geride kalacak, doğurdukları adaletsizlikler ve hayal kırıklıklarıyla birlikte...
***
Altını olanın başka üstün meziyetleri varsa amenna... Ama zengine sadece zengin olduğu için itibar edenler için dininin üçte ikisinin gittiğini haber veren dine mensubuz... Bari onu, yani imanımızı heba etmeyelim!.. Filmlerde hep kovulan o 'onurlu genç' ayağa kalksın... Adil olalım, adil kalalım, adili koruyalım, adile hürmet edelim, adil olmayanı hükümsüz sayalım...
Altını olan kural koyduğu bir dünya ve ülke için değil, gücünü adaletten alanların kuralı koyduğu bir dünya ve ülke için...