Alkışlarla yaşıyorum!
- Ama iyi alkışladık…
- Hiç sorma, çok iyi alkışladık…
- Sen çok iyisin ya, iki işi aynı anda yapabiliyorsun… Bir yandan alkışlayabiliyorken, diğer yandan havaya da fırlayabiliyorsun…
- Ben yürürken sakız çiğneyemiyorum, o yüzden alkış ve fırlama işini de beraber yapamıyorum… Alkışlarken fırlayamıyorum… Fırladığımda ise alkış yapamıyorum… Siz çok şanslısınız…
- Gardaş biraz çalış sen de… Zaten bu işe beyin gerekmiyor…
- Biz neyi alkışladık ki?
- Başkana soralım o bilir, biz neyi alkışladık diye…
- Başkanım biz neyi alkışladık?
- Mühim bi şeyi alkışladık çok mühim…
- Haaa o zaman mesele yok, mühimse mühimdir…
- Ama güzel alkışladık değil mi?
- Çok güzeldi… Her toplantıda üstüne koya koya gidiyorsunuz maşallah…
- Bundan sonra da alkışlayacak mıyız?
- Tabii ki de, Allah'ın izniyle desibel rekoru kıracaksınız…
- Peki, bundan sonra neyi alkışlayacağız başkanım?
- Ne denirse onu alkışlayacaksınız, mutlaka yine mühim şeyler söylenecek ve sizin anlayıp anlamamanız fark etmez…
- Anladım, kesintisiz alkışlayacağız…
- Mutlaka öyle… Zaten ne demişti Şeyh Edebali hazretleri: "Madem alkışlıyorum, o halde varım…"
- Şeyh Edebali miydi o?
- Yok babam!.. Oğlum ne fark eder hiç düşünmeyeceksin, bunu da alkışlayacaksın!..
- Ben de bir özlü sözle katkı yapabilir miyim?
- Buyur…
- Rembrant diye ressamın birisi "Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır" demiş güya… O sözün aslı "Alkışlamadığım zaman, yaşamadığım zamandır"…
- Hani Zeki Müren dediydi "Alkışlarla yaşıyorum", onun gibi bir şey mi yani?
- Aynen o…
- Hani hesap soracağıdık, ben biraz ondan şeeeyettiydim de…
- Dikkatli dinlemiyorsunuz, ondan oluyor hep böyle… Hesap sormayacaktık, kasap soracaktık… Adresi aldık, mesele kalmadı… Çeşmenin yanından sağa dönüyoruz, bankanın karşısında…
- Japonlar, tek komutta alkışlarken yukarı fırlayan ve aynı anda kameralara dönüp, 'beni çekiyor mu acaba' bakışı fırlatan robotlar yapmışlar… Birkaç tane de ondan getirtsek mi?
- İyi fikir, arkadaşımıza bir alkış lütfen…
- Başkanım, geçenlerde Ayfon telefondan denk geldiydi de okuduydum… Eflatun diye birisi "Düşünmek, ruhun kendi kendine konuşmasıdır" demiş… Ne demek istemiş acaba?
- Mâlûm Eflatun tavuk-döner üzerine kendini geliştirmiş, kıymetli bir dâvâ ve bilim adamıdır… Yani demek istiyor ki Eflatun, düşünüp kendi kendinize konuşmayın, deli olmayın… Alkışlayın, lüzumsuz lüzumsuz düşünüp de aklınızı ziyan etmeyin, zinde kalın…
- Başkanım, şu alkışlama ve aniden havaya fırlama teknolojisinde bazı arkadaşlar hâlâ yetersiz gibi görünüyor… Onları da bir ikaz etseniz, şuurlandırsanız…
- Ne yapayım, neft yağı mı süreyim kendilerine? Ama bilsinler ki böyle giderse bir dahaki maçta alayı kadro dışı…
- Efendim, ben buradaki alkışa doymuyorum… Sonra odamda da alkışlıyorum… Yetmiyor, eve gittiğimde televizyonun karşısına geçiyor, ayakta alkışlamaya devam ediyorum… Bu benim sicilime yazılıyor değil mi?
- Ayıp ettin ya, yazılmaz mı hiç?
- Ben de okkalı bir söz buldum… Onu değiştirerek, bizi anlamak istemeyen gafillerle aramızdaki en büyük farkı gösterebilir miyim?
- Hadi bakalım…
- İngiliz milli takımında santrfor mu neydi, şimdi tam hatırlayamadım… Oscar Wilde diye birisi…
- Yok ya, o Kızıl Ordu korosunda klarnetçiydi galiba…
- Her neyse, "DüşünebiIen her canIının insan oIması, insan oIan herkesin düşünebiIdiği anIamına geImiyor ne yazık ki" demiş…
- Ne demiş gardaş, ne demiş?
- Kendini zorlama, beyin hücrelerini harcama, nasıl olsa anlamayacağız… Şimdi onu kendimize uyduruyorum: "Alkışlayabilen her canIının insan oIması, insan oIan herkesin alkışlayabiIdiği anIamına geImiyor ne yazık ki"…
- İşte farkımız bizim, işte üstünlüğümüz bizim…
- Hadi şimdi alkış, alkış, yine alkış… Bu arada fırlamayı ve arada kameralara bakmayı unutmuyoruz…