Adaletimiz kadar varız aslında!
Çağrı filminin unutulmaz sahnelerinden biridir...
Mekke'deki eziyet ve zulümden dolayı Habeşistan'a göçen Müslümanlar ve onların peşinden giden müşrikler, Kral Necaşi'nin huzurunda toplanırlar...
Müslümanlar kendilerini anlatmaya çalışırken, diğer yandan müşrikler de Necaşi'yi tahrik ederler...
Necaşi, müslümanları bir süre dinledikten sonra "Sizi yeterince dinledim, anlattıklarınız saçma" der ve adamlarına yaptığı bir el hareketiyle, onların zincire vurulmalarını emreder...
Müslümanların sözcüsü, son bir hamleyle, "Mekke'de cezalandırılıp eziyet edildiği zaman Hz. Muhammed bize Habeşiştan'a gidin dedi" diye seslenir Necaşi'ye ve Resulullah'ın ağzından şu tarihi sözü aktarır: "Orası adil kralın ülkesidir. Orada kimseye haksızlık yapılmaz..."
Akan suyun durduğu andır o an... Adil kral, müşriklerin bütün karşı ısrarlarına rağmen Müslümanları dinler, İslam hakkında bilgiler alır, sorduğu sorulara aldığı cevaplar kendisini tatmin eder... Habeşistan'ın Hıristiyan kralı ve aynı zamanda dini önderi Necaşi, müşriklere dönerek, Müslümanların ülkesinde diledikleri kadar kalabileceklerini, önüne altından dağlar yıkılsa bile onları kendilerine teslim etmeyeceklerini söyler...
***
Rejimin niteliği veya yönetenlerin dini referansları ne olursa olsun, adil olması çok daha önemli değil mi? Hele bu yaşanmış sahneyi, "Dünya küfr ile durur, zulm ile durmaz" düsturuyla birlikte düşündüğümüzde, 'adalet' kavramının 'dindaş'lıktan bile önce geldiği gerçeğine teslim olmamak mümkün mü?
Zaten bu konuda biraz tereddüde düşülse, "Bir kavme olan düşmanlığınız, sizi onlar üzerinde adaletsizliğe sevk etmesin" ilahi ikazı yakanıza yapışıyor...
İdeal olan, kimselere haksızlığın yapılmadığı, adil kralların (yöneticilerin) ülkesidir...
"Çalıyor ama çalışıyor!.." veyahut da "Şimdiye kadar hep başkaları yedi, biraz da onlar yesin!.." şeklindeki adi gerekçelendirmelerin şakası bile çok kötü değil mi?
Adı konmamış şahsiyetsiz bir ideolojik kültür ağır ağır yerleşiyor toplumsal hayata... İslâmî içerikten sıyrılmaya yüz tutmuş, tamamen pragmatik bir iklim oturuyor...
Bulunduğu pozisyonu ışık hızıyla meşrulaştıran, derhal renk değiştirebilen ve üstelik bunu son derece başarılı biçimde 'hak' çizgisine oturtan bir anlayış yükseliyor...
'Bizim haspalar'a her şeyin yakıştığı bu düzen, aslında toplumu ayakta tutması gereken bir numaralı gücü, yani 'adalet duygusu'nu kemiriyor...
***
Bu yeni değil… Yıllardır kendi çapımızda bu ikazları yapıyor ve yazıyoruz…
İstiyoruz ki ülkeyi yönetenler 'adil yöneticiler' olsunlar… Meşruiyetlerini sandıkla birlikte adaleti önceleyen uygulamalarından alsınlar…
Israrla hatırlatmaya devam edeceğiz: Ömer bin Abdülaziz bir Emevi halifesiydi ama kimse onu Emeviliğiyle anmaz... O, zamana muhteşem adaletiyle damga vurdu ve iki buçuk yıla sığdırdığı halifelik onu tarihe 'İkinci Ömer' veya 'Beşinci Reşat halife' olarak geçirdi...
"Kendiniz ana babanız ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kişiler olun..."
"Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme olan düşmanlığınız sizi onlar üzerinde adaletsizliğe sevk etmesin..."
Dindarlık iddiasındaki kaç kişi, kaç yönetici, kaç partizan, kaç militan bu ilahî emirler karşısında kendisini muhatap kabul ediyor? Meşruiyetini Zeus'tan alan eski Atina yöneticileri gibi benzer beleş yöntemi pek seven kaç 'dindar' bu emirlerin kendisini bağladığını biliyor ve ona göre davranıyor?
***
Herhangi bir ülkeyi yönetenlerin asla kaçamayacakları gerçek: "Adaletiniz yoksa hiçbir şeysiniz... Makamlarınızla, arabalarınızla, arazilerinizle, fabrikalarınızla, paralarınızla, silahlarınızla ve alkışçılarınızla birlikte evrende ne kadar çok yer kaplarsanız kaplayın hiçbir şeysiniz, hiçbir şey..."