Yıl yeni, dert eski!
Dr. Alexis Carrel Lyon Üniversitesi Tıp ve Eczacılık Fakültelerini bitirmiş, “İnsan Denen Meçhul” isimli eseriyle de Nobel Tıp Ödülünü kazanmıştır.
1944 yılında ölen Carrel bakınız neler diyor:
“-Eski klinikçiler uzun süren üzüntülerin, sürekli endişelerin kanserin gelişmesine yol açtığını bile düşünürlerdi. Heyecanlar, çok hassas insanların, iç sıvı ve dokularında dikkati çeken değişimler meydana getiriyor. Almanlar tarafından idama mahkûm edilen Belçikalı bir kadının saçları, hükmün infazından bir evvelki gecede birdenbire beyazlaşıvermiştir.”
Bu tespitler ışığında Türk insanını değerlendirdiğimizde farklı bir tiple karşılaşıyoruz. 1900’lü yıllarda Türk insanı kadar on yıllarca süren üzüntü yaşayan başka bir toplum olmuş mudur? Komple Batı, ülkesinin her tarafına çullanmış, içeride ayaklanmalar, dışarıda katliamlar bu milletin kaderi olmuş amma buna rağmen insanımız metanetini muhafaza etmeyi, bu felâketlerden Milli Mücadele gibi bir başarı çıkarmayı becerebilmiştir.
Niye?
Niye olacak, Müslüman olduğu için. Her işte bir hayır olduğunu bildiği için. Sabrın meyvesinin ve şehitlik rütbesinin cennet olduğuna inandığı için.
İnsanımızın bu gerçeğini fark eden Batı yani Haçlı dünyası, elimizden Kur’an’ı, gönlümüzden imânı almak için akla hayale gelmeyecek stratejiler üretmiş, uygulamaya koymuş, üzülerek ifade edelim ki, başarılı da olmuştur.
Carrel’i okumaya devam edelim:
“-Bombardıman sırasında başka bir kadının derisinde erüpusyon olmuş, yani ürtiker çıkmıştır. Her bombanın patlayışında ürtiker büyümüş, kızarıklığı artmıştır. Joltarin, manevî bir darbenin kanda belirli değişiklikler meydana getirdiğini ispat etmiştir. Büyük bir korku geçiren kimselerde akyuvarların azaldığını, damar tansiyonunun düştüğünü, kan plazmasındaki pıhtılaşma süresinin azaldığını müşahede etmiştir. (...) ‘Kanı bozulmak’, kelimenin tam mânasiyle doğrudur.”
İyi de, bütün bunlar nasıl oluyor ve insanın “kanı nasıl bozuluyor” ?
Nobelli eserinde Dr. Alexis Carrel bu sorunun da cevabını veriyor:
“-Modern hayatın istikrarsızlığı, bitmeyen telâş, güvensizlik...”
Ta 1944’teki “modern hayatta” bunlar oluyorsa, o günden bugüne ve 2014’lerin modern hayatında bin beteri olmuyor mudur?
Ve diyor ki Carrel:
“-Bu hastalıklar, hayatın daha basit ve daha az hareketli olduğu, kaygıların az bulunduğu sosyal gruplarda hemen hiç bilinmiyor...”
Böylesi ve benzer sebepler yüzünden 1944’lü yılların Avrupa’sında ahlâkın bütün şubeleri ile çöktüğünü üzülerek ve örneklerle dile getiren Carrel, sükûneti, ahlâk duygusunu, mânevî değerleri ihyayı öneriyor amma görüyoruz ki, 1944’lerden bu yana işler daha da beter hale gelmiş, Türkiye de bundan payını fazlasıyla almıştır.
Bugün ülkeyi yönetenlerin amacı milleti kamplara bölerek endişe artırma yerine ayrılık ve aykırılıkları asgariye indirerek her türlü fizikî ve ahlakî erozyona sebep olan çürümeyi önlemek olmalıydı.
Aksine, böyle yapmıyor, gerdikçe geriyor, insanlar arasında maddî ve manevî uçurumlar açarak her iki dünyada hayatı cehenneme çevirecek olan yolların taşlarını döşüyorlar.
Daha da kötüsü...
Dr. Carrel’in ve bütün insanlığın böyle zamanlarda tek kurtuluş reçetesi olarak gördüğü mânevî limanı ki bu liman Türk milleti için İslâm dinidir, şahsi emel ve dünyalıkları için araç eyleyerek itibarsızlaştırıp milleti adressiz bırakmayı siyaset ustalığı zannediyorlar.
2014’ün ilk günündeyiz...
Milletimiz, yılı bir yılın başında, gündelik hayhuyların dışında, içinde bulunduğu hâli Dr. Carrel ve o çizgideki Batılıların ilham kaynağı olan Hz.Muhammed(s.a.s) ekseninde değerlendirmesinde o kadar çok fayda var ki..