Var mıymış Türkçenin gücü?
Eskiler bilir. Yeni nesil okuyucularım için hatırlatayım istedim. Dilde yenileşme ve öze dönüş kararlarına kadar, Türkçede Arapça-Farsça terimler sistemi hâkimdi.
Türk çocukları, kendi dillerinde okuyup yazmak yerine, anlamını bilmedikleri yabancı dile zorlanıyordu. "Zâviyetân-ı mütebâdiletân-ı dahiletân" diyerek, Arap, Fars kelime ve kurallarıyla "hendese" okumaktaydılar.
"Hendese" hesap, matematik demek.
Köprücük kemiği yerine azm-ı terkova, kalça kemiği yerine azm-ı harkafa diyorlardı.
Sonra?
Sonra, gözleri göremeyecek derecede bozuk olan birine doktor tarafından gözlük verildikten sonra, etrafındaki bütün renkleri, bütün canlılığı görüp aydınlanan biri gibi, Türkler de kendine geldi.
Kendi diliyle okumayı, kendi dili ile yazmayı ve kendi dili ile kurduğu hayalleri romana, şiire, öyküye dönüştürmeyi öğrendi. Mermere can veren heykeltıraş gibi kelimelere ses ve hayat veren Türk çocukları uygarlığın kapılarını araladı.
Simdi birileri o dönemi özlüyor. Orayı geçmişi olarak görüyor. Düşünsenize, bir kişi konuşuyor ve kendini yalanladığından bile haberi yok. "Türkçe ile düşünce üretilemez" dediği andan itibaren, kurduğu cümlenin aslında düşünce olmadığını söylemesi ne büyük çelişki. Bu kendini ret söylemi, özünden sapmanın ve kendine yabancılaşmanın tipik dışa vurumudur.
Birinci Dil Kurultayı''nda Halit Ziya Uşaklıgil Türkçeyi nasıl sevdiğine şu sözlerle başlamıştı:
"Ben, Türkçenin ezeli bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben Türkçeyi, muhtelif devirlerde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libaslar altında, kendi cevherinde sevdim…" Konuşmasının son paragrafında, müthiş bir benzetmeyle Türkçenin anlatım gücünü ortaya koymuştu.
Buyurun okuyalım.
"Ben son devrin, İpekiş''in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrekarelik kumaşıyla giyinmiş, başında küçük beresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen ve rüzgâr mı onu götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim."
Neymiş Türkçe ile düşünce üretilemezmiş.
Sahi mi?
Şu anlatımdaki, şu kelimelerin dizilişiyle insanı sürükleyen güzellik hangi dile ait?
Geçelim.
Siz, hiç, üşüme gibi soğuklukla, ateş gibi yanıcı, yakıcı bir sıcaklığı aynı cümle içinde kullanarak aşkı tanımlayan bir anlatım ve bu anlatım gücünü ortaya koyan büyük bir dil gördünüz mü?
Ben gördüm.
Buyurun.
"Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban!"
İşte size şair Abdurrahim Karakoç''un kaleminden, harika anlatımla Türkçe''nin gücü.
Bir örnek daha vereyim mi?
Öyle ise Ahmet Kaçar''ı dinleyelim:
"Ekonomi kuralları böyle yazıyor kitapta
Rüzgâra bedelsiz toprak, yağmura su satacağız.
Mucize zuhur ederse, yallah deyip, ilk etapta
Paramızdan altı sıfır sonra da bir atacağız?"
Nasıl söylemiş?
Ahmet Kaçar merhum, öleli epey oldu. Bir dörtlükte, Türkiye''nin ekonomi fotoğrafını çekip gösteriyor.
Mevcut iktidar "Rüzgâra bedelsiz toprak, yağmura su satarak" şayet "beklediği mucize gerçekleşirse" de ekonomiyi düzelteceğini söylüyor. "Paradan altı sıfır atalı" epey oldu. Sıra geldi parayı pul edip geriye kalan kalan o "1''i" de atmaya. Onu da attı mı Türkiye, çöktü demektir. Çünkü sıfırı önceden atmıştı, geriye "1" kalmıştı. 1 de silinince ne kalır?
Hiçbir şey kalmaz.
Öyle değil mi?
Nasıl, var mıymış Türkçe''nin gücü?