Ulusal kalkınma (09 Ekim 2012)
İktisat alanındaki araştırmalara bakıyorum, hepsi var olanın analizi şeklinde yapılmış. Hele hele... Finans yazan bazı köşe yazarları, yazılarına bugünkü düzeni öven bir girişle giriyor... Gerek araştırmlarda, gerek köşe yazılarında, birkaç istisna dışında, ufuk açan, geleceğe ışık tutan ve öneri getiren araştırma ve yazı sayısı çok sınırlı kalıyor. Gerçekte ise Türkiye’nin sorunu, küreselleşmenin ve bağlı olarak kısa vadeli politikaların getirdiği, tasarruf yetersizliği, cari açık, düşük kur, dışa bağımlı üretim gibi sorunlardan kurtularak, kalkınmayı hızlandırmaktır.
Türkiye hep büyüme lafını tartışıyor... Gerçekte ise “Ulusal Kalkınma” yı tartışmak gerekiyor.
Ekonomik büyüme, ulusal gelir düzeyindeki ve birey başına düşen ulusal gelirdeki artışı işaret eder. Ulusal gelir olarak, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla kullanılmaktadır. Fiilen büyüme, GSYH’daki belli bir dönem itibariyle meydana gelen reel artıştır.
GSYH’da reel artış, yani büyüme yanında Fert Başına GSYH’nın da artması için, nüfus artış hızının, büyüme oranının altında olması gerekir.
Ekonomik kalkınma, büyümeyi de içine alan daha geniş bir kavramdır.
Büyüme, GSYH’daki reel artışı veren bir rakamdır. Kalkınma seviyesi ise, kişi başına düşen doktor, çocuk ölüm oranı, kişi başına düşen gazete, okuma oranı, öğretmen sayısı gibi ölçütlerin bir göstergesidir. Ayrıca teknolojik gelişmenin de sağlanmış olması gerekir. Gelir artışı yüksek ve fakat yaşam kalitesi düşük bir toplum gelişmesini tamamlamış bir toplum değildir.
Özet olarak, ekonomik kalkınma aynı zamanda bir ekonomide:
* Yatırımların artması, üretim verimliliğinin yükselmesi,
* İnsana yapılan eğitim ve sağlık yatırımları, eğitim ve kültür düzeyinin ve yaşam standartlarının yükselmesi,
* Konut ve sosyal güvenlik hizmetlerinin yaygınlaştırılması,
* Yoksulluğun önlenmesi ve gelir dağılımında düzelme,
* İnsani değerlerin yükselmesi, gibi hedefleri de gözeten bir yaklaşımdır.
Gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülke statüsüne geçmeleri yalnızca GSYH’da artış olarak değil aynı zamanda yukarıdaki gelişmeleri de tamamlamaları gerekir.
Kalkınma anlayışında giderek insan faktörü ve toplumsal refah ön plana çıkmıştır. 20.yüzyılın ilk çeyreğinde iktisadi gelişme, fiziksel ve sosyal altyapı imkanlarını da kavramıştır. 20.yüzyılın son çeyreğinde ise, doğrudan “yaşam kalitesi” öne çıkmıştır.
Bir ekonomide fert başına gelirdeki büyüme ve bu gelirin toplumun kabul edebileceği bir adalet içinde dağıtılmış olması, önemli bir refah göstergesidir. Ampirik olarak, gelir dağılımında hiç bir zaman mutlak adalet olmamıştır. Zira bu insan doğasına aykırıdır. Gelir artışı ve gelir dağılmı sürekli olmazsa, kalkınmanın itici gücü da yok olmuş olur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma ihtiyacı, iktisatta kalkınma konularının da tartışılmasını gündeme getirmişti. 1980 sonrası küreselleşme ve iktisadi finans hakimiyeti bu tartışmaları da gündemden kaldırdı. Ancak küreselleşme ile, yüksek cari açıklar veren, bu açıkların finansmanı için varlıklarını satan ve dış borçları artan ülkelerde, potansiyel büyümenin düşeceği anlaşıldı. Kalkınmanın aksayacağı hatta daha da kötüye gideceği su yüzüne çıktı. Çünkü bu ülkelerde varlık satışları nedeniyle dışarıya sürekli gelir transferi olacak. Ekonomi yüksek faiz yükü altındadır. Daha da önemlisi, tasarruf oranları düştüğü için, üretim ve yatırım tamamıyla dış kaynak girişine bağlanmıştır. Kaynak girişi kesilirse, üretim de daralma ve ekonomide küçülme yaşanacaktır. Türkiye bu riskler altında olan ülkelerin maalesef başında geliyor.