Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Sadi SOMUNCUOĞLU
Sadi SOMUNCUOĞLU

Türk milletinin din anlayışına dönüş

Sizleri bugünün keşmekeşinden uzaklaştırıp tarihin derinliklerine götürmek için, rahmetli büyük tarihçi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’dan çok kısa, ama çok anlamlı bir bölümü okumaya davet ediyoruz.
“Fars Dili ve Horasan Tasavvufu Fikri Hayatın Tereddisini Temsil Ediyorlar
Çağataylılar çağında Temürün zuhurunu hazırlayan şartlar sırasında bahsettiğimiz iki çarpışan kuvvet, yani: 1) Türk-Moğol devlet an’aneleri, Türkistan’ın kendi dini telakkileri, 2) İslamiyet ve İran tasavvufu Tacik şehirlerinin fikirleri, 16-17. Asırlarda mücadelelerini başka şekilde devam ettirdiler.
1) Türk devlet an’aneleri hala şeriate değil, yasaya dayanıyordu. Bunun yegane dini istinadgahı Sır Derya ve Khorezmdeki Türk sofuluğu idi. Şamanizm ve eski Manihaizm an’anelerinden de bazı şeyler alan bu Türk sofuluğuna göre din daha ziyade mücerret maneviyattan ibaretti; hanların yani devletin işine karışmazdı. Bu şeyhlerin kendileri de çok defa sarık sarmazlar, hanlar gibi Türk kalpağı giyerlerdi.
2) Eski Horasan-İran medeniyetinin mümessili olan Bukhara, Balkh ve Semerkand gibi Tacik şehirlerinin ahalisiyle bilginleri ise, yasa ve Türk sofuluğu yerine, şeraiti ve dünya işlerine karışan bir tasavvufu ileri sürüyorlardı. Bu Tacik tasavvufuna, biz, “Horasan tasavvufu” diyoruz. Bunlara göre İslamiyet teokratik (ruhban sınıfına dayanan, ss) bir dindi. Kadı, müftü, muhtesip ve reis bunların devlet makinesini teşkil ediyorlardı. Tasavvuf yoluyla İran’da devleti ele aldıkları gibi, Türkistan’da da bu yoldan hareket ediyorlardı. Türklerin maneviyat sahasındaki ihmalkarlığından istifade ediyorlardı. Yavaş, duyurmadan, muntazam iş görerek her şeyi kendisine çeviriyordu. Bunun neticesinde evvelce Türk tasavvufundan mülhem olarak vücude gelen “Nakşibendilik”, hakiki Horasan sofuluğu şeklini aldı. Sonra da Türk sofuluğunu Horasan tasavvufu ile cemetmeğe başladı. Fergane’deki Türk şeyhlerinden Burhaneddin Kılıç çocukları, 16. asır başında Nakşibendiliğe iltihak etti. Zengi Ata’ya, Seyid Ata’ya mensup Türk şeyhleri de 16.-17. asırda yavaş yavaş Nakşibendiliğe temessül ettiler.
Çağataylılar ve Temürlüler çağında olduğu gibi, 16. asırda da Tacik medeniyeti mümessilleri arasında hanlarla iş birliği yapacak unsur, dünyevi ilimlerin mümessilleri idi. Eski Moğol hanları gibi, Şıban Özbek hanlarından Übeyd Han ve oğlu Abdülaziz bu nevi ilim (s. 196) mümessillerini riyaziyecileri, tabibleri ve tasavvuf münkirleri olan açık, sağlam görüşe malik bilginleri korudular. O cümleden Bukhara’da Mir Arab, Mollazade Molla Osman, Mevlana Muhammed Daye ve Mir Gazanfer zikrediliyorlar. Abdüllatif ve Barak (Nevruz Ahmet) Hanlar Nakşibendi şeyhlerini bazen bütün milletin önünde sıkça tahkir ve onlarla alay ederlerdi. Ondan dolayı bir şeyh, Barak hakkında “ol itdür” demiştir (” Barak “ av köpeği demektir). Abdüllatif ve Barak Hanlar eski Türk devlet an’anelerine pek sadık idiler. Din ile devleti ayrı iki şey bilen Türk şeyhleri khocaların dünyevi işlere karışmasını kötü görürülerdi. Seykh Khavand Tahur (Seykhantavur) evladından Khoca Tahir, Taşkent şehri Sevinç Khoca Han tarafından kuşatıldığı zaman kaledarlık etmek istemişti. Türk khocalarının ileri gelenlerinden biri, bu münasebetle, “bu iş khocaların işi değil” demiştir. Fakat Türk şeyhleri Nakşibendiliğe iltihak edince siyasete karışmağa başladılar ve Türk beğlerinin hanlara karşı olan saltanat davalarında onlara yardımda bulundular. Mangıt-Nogay mirzalarından Kepek Mirza, Zengi Atalı Padşa Khoca’dan, diğer mirzalar da hanlarla çarpışmada Padşa Khoca’nın kardeşi Babacan Khocadan istifade ettiler. Mangıt mirzaları kendilerini Türk şeyhi “Baba Türkli Çaçlı” vasıtasıyla peygamber evladı gösteren bir şecere de tertip ettirmişlerdi. Zengi Ata oğullarından Hasan Khoca daha Abdullah Han zamanında Mangıtların mensup olduğu “Sol Beğleri” sırasında sayılıyordu. 18. Asrın başında hanların dünyevi hakimiyetine karşı şehir Tacik unsurları ve bilginleri ile Türk uruk başkanları olan beğler, dini idare usulü-teokratizmin hamisi sıfatıyla birleştiler. Taşkent’te, Fergane ve Kaşgar’da Nakşibendi şeyhleri hakimiyeti doğrudan doğruya kendi ellerine almağa başladılar.
Zamanımızın Bukhara Hanlığı’nda olduğu gibi son Astrakhanlılar çağında dahi Fars dili bir nevi dini taassubun timsali olmuştur. İslam (s. 197) dininde, adeta “bid’at” tanılmağa başlayan Türkçe risalelerden ziyade, Farsça “Çarkitap” (Çahar Kitab) gibi eserlerden öğrenmenin sevaplı olduğu daha o zaman söylenmiştir. Umumiyetle fikir hayatında Türk dili bir nevi realizmi, sadelik ve açıklığı; Farsça ise anlaşılmaz tasavvuf edebiyatını, tekellüflü müphemliği temsil etmişlerdir. Özbek hanları dünyayı dinden ayrı idare etmek, dinde sadeliğe; riyazi ilimlere, tıbba, coğrafyaya, tarih ve siyasiyata taraftar olmuşlardır. Tacik şehirleriyle bilginleri ve Özbek uruk beğleri, şeriat ve iskolastik hamileri kesilmişler ve bu cereyan gittikçe kuvvetlenmiştir.” (s. 198) (Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, Enderun Kitabevi, 1981)
Kitabımıza uygun din anlayışına dönüş
Togan hocanın Türklerin din anlayışına dair bu tespitleri, itikat imamımız Maturidi’nin, “Diyanet siyasetten ayrıdır”, çünkü siyaset/devlet yönetimi insan aklına, Kur’an ise vahye dayanır, görüşüyle ne kadar da örtüşüyor.
İranlı bir bilim adamı Türkiye’yi tanıdıktan sonra; “Gördüm ki din İran’da devlete, Türkiye’de millete ait ve lazım” demişti. İran’a nispetle, çok şükür gerçekler böyle. Ama 1970’lerden bu yana sessizce yayılan Vahhabilik anlayışının da tesiriyle yaşananlar çok düşündürücü değil mi? Dinimizde olmayan “ruhban sınıfı”na dayalı “İslami rejim” kurma gayretleri ve Kitabımız “Dinde baskı yok” dediği halde, bir türlü kurtulamadığımız baskı hastalığımız sürüp gidiyor.
İnanıyoruz ki, bu iki yanlıştan kurtulduğumuz gün yüce dinimiz de, büyük milletimiz de çok rahatlayacak, ülkemiz süratle özüne dönerek toparlanma yoluna girecektir.

Yazarın Diğer Yazıları