Tenkit yoksa ne var?
Edebiyatımızda eleştiri ihtiyacı öteden beri konuşulur. "Bizde tenkit yoktur, ya övme ya yerme vardır" cümlesi ortak hüküm gibidir. Bu iki uçta gezinen, siyah-beyazdan başka renk tanımayan tavrımız hayatımızın bütünü için de geçerlidir. Eskiden, olumlu tarafından bakarak bu tespite varmak bile yolumuzu açar ve çaresini düşünürüz, derdim. Yaşadıkça bir şey değişmediğini, hatta daha geriye gittiğimizi görünce gerçeği daha net şekilde yazar-söyler oldum.
Şair de olsak, meselelerimiz karşısında somut gerçeği aramak zorundayız. Aslında benim gibiler için bu her zaman böyleydi. Vatan kurtarma derdinde, dinmeyen heyecanımızla ayağımızı yere sağlam basmamızdan bellidir. Sonunda "Aldanmışız" demeyenlerdeniz. Mehmet Çınarlı gibi, "Vallâhi neyse sendeki hoşlanmışız gülüm/ Düşmüş büyük hatalara aldanmışız gülüm!" dediğimiz olur. Bizde bu romantizm değişmez. Fakat her durumda aynaya bakmaktan çekinmeyiz. Çekinmeyiz, çünkü niyetimiz, yapıp ettiklerimiz açıktır.
Eleştiri, kişinin kendisinden başlar. Öz-eleştiri daha çok olmak üzere eleştiri soğukkanlılık ister. Pür objektif bakışla yapılanı en makbulüdür. Tenkitçi, sanki kendi ''ben''ini aradan çeker, bir bakıma saf bir akılla olanı biteni anlamaya ve anlatmaya çalışır. Özü kavramayı isterken ilahi(tanrısal) bir davranışı benimser. Böylesi enderdir. En azından bizde böyle. Evet, bütün dereceleriyle ve türleriyle eleştiri yokluğu temel meselelerimizdendir. Bizi toptancılığa, körlüğe götüren, her yönüyle anlamayı frenleyen bir eksiğimizdir.
Doğan Hızlan...
Bunları her düşündüğümde yılların sanat eleştirmeni Doğan Hızlan aklıma gelir. Üstad kusura bakmasın, söyleyeceğim. Dikkat edin, ele aldığı ve beğendiği şairler hakkında -başka bilmezmiş gibi- her yazıda-konuşmada tek bir sıfat kullanır: "İyi şair". İyi de kardeşim, bu bir tenkitçi cümlesi değil ki! Tenkitçi bize "iyi" diyenden çok, iyiyi gösteren ve iyi dedirtendir. İşe bakın ki bu sıradan sübjektif yargıya varan ve söyleyen zat bugün tartışmasız en büyüklerden sayılıyor. Her yerde fikri soruluyor. Jürilerde en başta adı var. Sanatta ne durumda olduğumuzu ve eleştirici eksikliğini bundan daha iyi anlatacak bir örnek yoktur. Doğan Hızlan''ın en büyük kabul edildiği yerde eleştiriden bahsedilemez diyen de doğruyu söyler.
Tenkit yokluğunun hayatımızda hemen bütün alanları etkilediğini söyledim. Her konuda bu renk ve ton tanımazlığın yarattığı tembellik görülüyor. Cehaletin derecesine göre kamplaşma hızlanıyor. Yer yer muhkem kale duvarlarıyla çevrili alanlar oluşuyor. Eskiden Doğan Hızlan örneğindeki gibi solcularımız bu duvarları örerlerdi. Sanatçı varsa onların dediğiydi. Diğerlerinin adı edilmezdi.
Aynı kafa
Günümüzde bu duvarları örenler türlü renkleriyle sözüm ona İslamcılarımız. Kenardan, din vurgusuyla hayatımıza daldılar, halktan destekle merkeze yerleştiler. Henüz bu gelişin hikâyesini yazan çıkmadı. Nasıl oldu da burnundan kıl aldırmayan, Atatürk''ten sonra kendi içini kendi boşaltan merkezdeki fikir ve anlayış bu yığınların hücumuna mağlup göründü? Şaşılacak bir iş gibi görünse de cevabı sorunun içindedir. Kendilerini aşılmaz, ulaşılmaz sandılar. Kof bir gururun hastalıklı şişkinliğiyle etrafı görmediler. Hata edebilecekleri akıllarına gelmedi. Kendilerinde düzelecek, düzeltilecek bir taraf olacağını düşünmediler. Bu nobranlığın zaten var olan karşıtlarını içten içe bilediğini fark etmediler.
Fark edenler de ötekilerin bir şey yapamayacaklarından eminlerdi. Hakikaten bütün güç ellerindeydi. 1950''de, çok partili rejimin birinci ayağında döküldüler, yine anlamadılar. Çünkü bürokrasiye, kültür-sanat alanına hâkimiyet hâlâ onlardaydı. Yetmiş yıldır sağ iktidarlar bunu anlamadı.
Kültür egemenliği
Bugün bürokrasi el değiştirmiştir fakat kültür sanat alanında bütün renkleriyle hâlâ sol egemendir. Yani "Galip sayılır bu yolda mağlup!" Üzerinde durulacak bir meseledir. Bütün renkleriyle sağ ucuzculuğunun değerini ve kıratını gösterir. Yıllar önce, Türkiye''de solun millîleşmesi çok şeyi halledecektir, demiştim. Hâlâ aynı kanaatteyim. Niçin böyle düşündüğüm açık: Kültür ve sanatı esas alıyorlar. İçlerine aldıkları her ferdi bu kabule göre yetiştiriyorlar. Bir önemli eksikleri var: Türk solcusu olamıyorlar. Çoğunluk hâlâ böyle. Başka bir tarihe-kültüre bağlanıyorlar. Bu topraktan kopamasalar da gözleri, dikkatleri başka bir dünyanın değerleri ve yarattıklarına dönük. Buradan çıkış onları da, bizi de hizaya getirecek ve -ola ki- kurtaracaktır.
Esasen İslamcılıkla Sosyalist Sol''un davranışları arasında pek bir fark yok. "İnkılap yobazlığı" denen tavır da bunlara benzer. Benzer psikolojilerle hareket ediyorlar. Cemil Meriç''in dediği gibi hepsi de "yabanın yeniçerileri". Öyle olunca, bilerek bilmeyerek bize ve değerlerimize karşı yer tutuyorlar. Hâkim göründükleri alanlarda başka ot bitirmemek için tırpan atıyorlar. Yetmiyor, kökünü kazımaya çalışıyorlar. Devlet bürokrasisinde, siyasette-ticarette gördüğümüz bu değer ve hak tanımaz yıkıcılıktır. Yaradılışa terstir, tabiata terstir, dinden görünmelerine bakmayınız, dine terstir. Türkiye bunları konuşacaktır.