Tarihin ölüler defteri...
“Medenî cesaret sahibi adam, tarihi bilen adamdır. Çünkü tarihin ibreti, onu hatırlamaktan rahatsız olana bile saygı telkin eder: Saldırmaz!. Hiç olmazsa susar... Dişlerini gıcırdatsa dahi...
Fransız generali Franşe Desperey, 8 Şubat 1919 Cumartesi günü bir operet artisti edâ ve dekoru ile, işgal edilmiş İstanbul’a girmişti. Rumlar, Ermeniler ve hatta Yahudiler, büyük bir şevk içinde, nankörlüklerinin bin bir tecellisini vererek bu sahte kahramanları alkışlıyorlardı. Sadece alkış mı? Türk’e hakaret ediyorlardı... Yahudiler içinde eline aldıkları yırtık Türk bayrağını gösterip ‘Siz bunu artık gökyüzündeki kadar uzaktan seyredeceksiniz!..’ diyenler vardı. Biz ki onları, İspanyolların engizisyon zulmünden kurtarmamış olsaydık, belki bugün dünyada, Yahudi ismi kalmayacaktı. Ya Rumlar? Ya Ermeniler. İstese idik hangisinin ismi kalırdı?”
Yukarıdaki satırlar Cemal Kutay’ın İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi’nin 18. cildinden.
Okumaya devam edelim:
“Bütün Türklük, 16 Mart’tan daha büyük bir acıyı, beyaz, iri bir ata acemice binmiş, allı pullu ve eğeri üzerinde sahte bir fatih âzâmetiyle etrafa sırıtan bu garip suratlı generalin Beyoğlu sokaklarından geçtiği 8 Şubat 1919 Cumartesi günü duydu. Ve elemle burkulan yüreklerdeki acıyı, bir erkek sesinin kükreyişi yırttı: Süleyman Nazif merhumun, Hadisat isimli gazetesinde çıkan başmakalesi:
‘Kara bir gün...’
Bu yazıyı, hayır, yazıyı değil, mütearrız ve şımarık Fransız generalin suratına vurulmuş tokadın sesini, o koca adamın kaleminden okuyalım:
-Fransız generalin şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbarımız şevk-ü ikbale münkalib olsa, gene bu acıyı hissedecek ve bu hüznü teessürü evlât ve ahvadımıza nesilden nesle ağlayacak bir miras terk edeceğiz.”
Türk milleti 13 Kasım 1918’de İstanbul’un yabancı güçler tarafından işgali ve 8 Mart 1919 Cumartesi günü Fransız generalin Beyoğlu’nda at üstünde yüzyıllardır ekmeğimizi yiyenlerin alkışları ile karşılanmasından beter bir acıyı, tam 95 yıl sonra, 16 Kasım 2013’te Barzani’nin 50 araçlık bir konvoyla Habur sınır kapısından geçip Diyarbakır’a ayak bastığı ve Türkiye’yi yönetenler tarafından “Kürdistan’a hoş geldin, ülkene hoş geldin” tezahürat, alkış ve sevinç çığlıkları ile karşılandığı gün yeniden duydu.
13 Kasım ve 8 Şubat 1918’de Türk’ü tarihten sildik ve İstanbul dâhil nesi var nesi yoksa ellerinden aldık diye sevinenler, 95 yıl aradan sonra merkezi Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin 25 ilinden Türk’ün adını sildik, siliyoruz ve ellerinden alıyoruz diye zılgıtlar çektiler.
Ve 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar ne yaptıysak çok kötü, çok ayıp, çok ahlaksız şeyler yapmışız gibi, o gün İstanbul’da müstevlileri alkışlayıp Türkleri aşağılayanlardan bugün özür diliyor; yetmiyor, nerede “Türk” kelimesi varsa onu oradan sağlam bir dişi, kerpetenle söker gibi söküyor, söktürüyoruz.
Tıpkı o gün Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların, Yunanlıların ve onları alkışlarla karşılayanların yapmak istedikleri gibi..
Çok daha acı olanı ise...
Dün müstevlileri bütün Türk milleti lânetlerken, bugün, Türk’ün toprağını para ile satanların, para ile satmadıklarını da işte böyle babasının malı gibi Kürdistan devleti için peşkeş çekenlerin Türk milletinin büyük bir ekseriyeti tarafından, “Bu ne güzel bir iş, çok doğru yapıyorsunuz” diye “ölümüne” desteklenmesidir...
Evet, “ölümüne” diyoruz...
Çünkü bu sürecin sonunda taraflardan biri “Tarihin ölüler defterinde” yer alacaktır.