Şimdi dirilme zamanı
Türkiye 1980’den sonra başarıyla uygulanan toplumu değiştirme stratejisiyle çok ustalıklı bir biçimde, kimlik değişimine götürüldü.
Darbeden sonra; evinde kitap bulunanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Yaşları müsait olanların hatırlayacakları üzere o dönemde pek çok ailenin çocukları tutuklandı, kimileri çok ağır işkence
gördü.
Tutuklanan gençler, Ankara/ Mamak başta olmak üzere bütün şehirlerde poliste, hapishanelerde “şahsiyeti silme” operasyonuna tabi tutuldular. Söz konusu uygulamalarda kitap, cep defteri işkence nedeniydi. Neyse ki o dönemde henüz bilgisayar kullanmıyorduk!
Ülkücü gençler de solcular da aynı çileleri çekti. Solcular orduyu Marksist düşünceyle değerlendiriyor ve kapitalist emperyalizmin jandarması diyorlardı. Ülkücüler içinse tarihimizin ve şerefimizin abidesiydi. Bu abide, yediden yetmişe milliyetçi kadroları ezdi, zulmetti. Tabii milliyetçilerin yıkımı iki misli ağır oldu.
Suç unsurları arasında darbe yönetimi tarafından sakıncalı bulunan kitapları bulundurmak ilk sıralarda geliyordu.
Bu sebeple, çocuklarına kavuşan ailelerin ilk söyledikleri “Bundan sonra eve istersen içki getir ama yeter ki kitap getirme” demek oldu. Gençler, hürriyetlerine kavuştuklarında eğitim hayatları sönmüş, işsiz, idealleri ve ümitleri yıkılmış halde idiler.
1980 sonrası ülkede “yalnız sen varsın, ne yap ne et zengin ol” felsefesi giderek hakim hale getirildi. Vatan, millet, devlet, bayrak gibi kutsal kavramlar yeni yetişen nesillerde anlam ifade etmez oldu. O kadar ki bazıları kahramanlığı alay konusu yapmaktan çekinmiyor, “Vatan, millet, Sakarya ne olacak?” diyordu.
Zaman; vatan sevdalılarını, Avrupa Birliği maceraperestlerini ihanet derecesindeki gafletiyle karşı karşıya getirdi. Avrupa Birliği maceraperestleri öncelikle tarih şuuruna sahip değildiler. Ne Vatikan’ın Türk düşmanlığı politikasını biliyor ne de “Osmanlı İmparatorluğu’nun Taksimi Hakkında Yüz Proje” gibi Avrupalı diplomatların kaleme aldığı ciddi eser ve araştırmaları okuyup, olaylara tarihi gelişimi içinde bakıyorlardı.
Avrupa Birliği istiyor diye; Devletin temel harçları söküldü ve milletin mukaddeslerinin yozlaştırılmasına geçildi.
Bugün öyle bir tablo ile karşı karşıya geldik ki “Bunlar nasıl oluyor?” diye şaşırmamak mümkün değil.
Milletvekili seçilen herkes törenle TC Anayasası üzerine yemin eder. Bu Anayasa açık, seçik; “Türk Devletinin dili Türkçedir” der. TBMM kürsüsünde Kürtçe konuşmak, yemine ihanettir. Bu durumu esir edilmiş insanlar gibi sessiz bir şekilde izlemek de olsa olsa suça iştirak olur. Bunları daha ağır kavramlarla da nitelemek mümkün ama o kadarına dilim varmıyor. Ne sivil toplum kuruluşları, ne de siyasi partiler gelişmelere ciddi bir tepki gösteriyorlar. Hatta bazı önemli sivil organizasyonların, zımni destek veren bir tavır içinde olduklarını üzülerek izliyoruz.
Babasından kalma arazisini verir gibi “canım istedikleri toprakları verelim bu problem bitsin” diyorlar. Çünkü vatan şuurları yok. Türklük; öz yurdunda, kendi devletinde azınlık oluyor. Millet idrakine sahip olmayanlar gelişmeleri umursamıyorlar.
1980 darbesi sade zulümle işkenceyle insanımızı yıkmadı. Cehalet veya gafletle milletin kendisini koruma reflekslerini de ezdi. Türkiye kendi öz değerleriyle çatışan insanların ülkesi oldu.
Şimdi kültür dünyamızdaki yıkımı tamir edip, yeniden kendi kültür değerlerine sahip, milli şuuru felç olmamış gençler yetiştirip, dirilmemiz gerekiyor. Ben birazcık gayretle, Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emanet ettiği Türk gençliğinin çok şeyler başarabileceğine inanıyor ve güveniyorum.