Seçim mi, icazet mi?

Anayasanın 130. maddesinin 6. fıkrası rektör seçimini düzenliyor ve “Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre; rektörler Cumhurbaşkanınca, dekanlar ise Yükseköğretim Kurulu’nca seçilir ve atanır” diyor.
2547 sayılı kanun da “En çok oy alan altı kişi aday olarak seçilmiş sayılır. Yükseköğretim Genel Kurulu’nun bu adaylar arasından seçeceği üç kişi Cumhurbaşkanlığına sunulur. Cumhurbaşkanı, bunlar arasından birini seçer ve rektör olarak atar” diyor.
Aslında 1982 sonrası kanun tasarısında, YÖK devrede değildi. Üniversite öğretim üyeleri üç kişiyi seçecekti. Cumhurbaşkanı da bunlar arasından birini atayacaktı. O zaman İhsan Doğramacı Meclis’te kulis ve Cumhurbaşkanına baskı yaparak YÖK’ü araya soktu. Bu şekliyle rektörlük seçiminde oy veren öğretim üyeleri piyon durumuna düşürüldü.
Özal ve Demirel genellikle adaylardan en çok oy alanları rektör olarak atardı. Aday olan öğretim üyeleri de en çok oy almak için proje yarıştırırdı. Bu projeler ve üniversitenin sorunları tartışılırdı. Toplantılara katılan öğretim üyeleri de adaylara bu tartışmalarda yol göstermiş olurdu.
Ne var ki bu durum Ahmet Necdet Sezer zamanında biraz değişti. Az oy alıp da fikren Sezer’e yakın olanlar atanmaya başlandı. Nihayet bu yanlış bir etki-tepki meselesi olarak bugün daha fazla uygulanmaya başlandı.
Şimdi rektör adayları, en çok oy almak için değil de Başbakan’a ve Cumhurbaşkanı’na ne kadar yakın olduklarını ispat etmek peşinde koşuyor. Proje üretmek yerine, Başbakan’dan icazet aldıklarını ispatlamaya daha çok zaman ayırıyorlar.
Öğretim üyeleri de üniversiteye en yararlı olacak ve proje üreten rektör adayını değil de iktidara ve Cumhurbaşkanına yakın olanlara oy veriyor. “Nasıl olsa bunlar atanacak... Benim tercihimin hiç bir önemi yoktur” şeklinde düşünüyorlar.
Üniversite öğretim üyelerinin bu şekilde düşünmesi, demokrasinin geleceği ve üniversitelerin topluma öncülük etmesi ve toplumu bilinçlendirmesi açısından üzüntü verecek bir talihsizliktir.
Normalde bir üniversite öğretim üyesinden beklenen, her şart altında doğru bildiği yolda ve demokratik teamüllere bağlı hareket etmesidir. YÖK ve Cumhurbaşkanı’nın da öğretim üyelerinin tercihlerini dikkate almaları gerekir. Eğer öğretim üyelerinin tercihlerini dikkate almayacaklarsa, o zaman neden seçim yapılıyor? Neden adaylar ve öğretim üyeleri aylarca çalışıyor? Zaman kaybediyorlar.
Vakıf üniversitelerinde rektörü zaten mütevelli heyet atıyor. Fiilen mütevelli heyet başkanı atıyor. YÖK de kabul veya reddediyor. Vakıf üniversiteleri kanunla kurulduğu için, rektörler devlet üniversitesinin rektörlerine tanınan protokol ve diğer haklardan yararlanmış oluyor.
Rektörlük seçimlerinde YÖK’ün bir yanlış uygulaması var... Seçime 6 ay kala rektörün taviz vermesini önlemek için üniversitenin kadro ve personel işlerini durduruyor. Bu uygulamanın YÖK açısından anlamı, “Rektörler yanlış yapabilir” şeklindedir. Ancak eğer seçim varsa, o zaman yanlış yapan hakkında doğru kararı da öğretim üyelerinin vermesi gerekir. Böyle bir uygulama YÖK’ün rektörlere ve öğretim üyelerine güvenmediğini gösteriyor. Bu anlayış çok yanlıştır. Çünkü diyelim ki İstanbul Üniversitesi söz konusu olduğunda her halde 21 kişilik YÖK, 2500 öğretim üyesinden daha doğru kararı veremez.
Dolaşan yasa taslağında rektör seçimleri yine içinden çıkılmaz gariplikler taşıyor. Bana göre, üniversitelerde idari ve mali işlerle, akademik işler ayrılmalı. Devlet veya vakıf üniversitelerinde akademik rektörlük iki dereceli seçim sistemi ile olmalı. Öğretim üyeleri bölüm başkanlarını, bölüm başkanları da rektörü seçmeli. Anayasa değiştirilerek, seçilenler 1980 öncesinde olduğu gibi bir atamaya veya onaya tabi olmadan, doğrudan rektör olmalıdır.

Yazarın Diğer Yazıları